BELGENAME - VI
Documents
Please don't be offended by the Truth
|
LUCY – İNSANLIĞIN İLK ADIMLARI
— Australopithecus afarensis ve Evrimsel Başlangıcımız İşte anamız Hava budur, ama babamız ”Adem” ortalıkta yok, hiçbiryerde gözükmüyor, çünkü KAYIP. Yani babamızın hangi balık olduğunu bilmiyoruz. Takaalit balığından geldik diyorlar, yani canlıların balıktan türediği kesin, 2007’de arkeologlar Pangea’da TAKAALİTT iskeletini bulmuşlar. Demek ki anamız Hava balık soyundan, ama babamız Adem bir türlü bulunamıyor… Çünkü o kayıp! Hangi balık olduğu bilinmiyor. Yani biz aslında evrim ağacının bir ucundayız, ama babamız evrim hikayesinden çıkmış, “Bekle beni, ben biraz dalışa gidiyorum” demiş ve bir daha dönmemiş. Anlayacağınız, DNA’mızda anneden gelen kod var ama babadan gelen… şifreli dosya! Şaka bir tarafa ciddiyete varalım şimdi: Yaklaşık 3,2 milyon yıl önce, bugünkü Etiyopya topraklarında, Lucy adında küçük bir hominin, bizimkinden çok farklı bir dünyada yürüyordu—ormanlarla kaplı, ancak yavaş yavaş açık savanlara dönüşen bir çevrede. Lucy, modern insanlarla daha ilkel atalarımız arasındaki evrimsel zincirin önemli bir halkası olan Australopithecus afarensis türüne aitti. Olağanüstü şekilde korunmuş iskeleti, erken homininlerin nasıl yaşadığına ve hareket ettiğine dair ilk gerçek bakışı sunuyordu. Bir metreden biraz uzun olan vücudu, hem tırmanmaya hem de dik yürümeye uygun anatomik özellikler taşıyordu—bu özellikler, şehirler, aletler ya da dil ortaya çıkmadan çok önce insan soyunun yolunu çizmişti. Lucy’nin yaşamı basitti, ama taşıdığı anlamlar bakımından olağanüstüydü. Günlerini muhtemelen yiyecek arayarak, tehlikelerle dolu bir arazide gezinerek ve hayatta kalmak için grubundaki sosyal bağlara güvenerek geçiriyordu. Leğen kemiği ve diz eklemleri, iki ayak üzerinde yürümenin açık işaretlerini gösteriyor; bu da ağaç yaşamından yere geçişte temel bir değişimi temsil ediyordu. Bu uyum, elleri serbest bırakarak zamanla alet kullanımına olanak tanıdı—ancak Lucy ve türdeşleri için dik yürümek gelecekteki icatlar için değil, değişen bir dünyada hayatta kalmak içindi. 1974 yılında paleoantropolog Donald Johanson tarafından keşfedilen Lucy’nin iskeletine, kazı alanında çalan Beatles şarkısı “Lucy in the Sky with Diamonds”tan esinlenerek bu isim verildi. O zamandan bu yana Lucy, paleoantropolojinin en ikonik figürlerinden biri haline geldi ve insan evriminin en erken evrelerine dair derin içgörüler sundu. Sadece bilimsel bir mucize değil, aynı zamanda hikâyemizin uygarlıklarla ya da fetihlerle değil, ayağa kalkıp bilinmeyene doğru ilk adımları atan varlıklarla başladığını hatırlatan alçakgönüllü bir semboldür Lucy. Bilimsel araştırmalar, insanlığın kökenine dair anlayışımızın, gözlemlenebilir kanıtlar ve titiz metodolojilerle şekillendiğini ortaya koymaktadır. Evrim teorisi ve fosil kayıtları, Australopithecus afarensis gibi türlerin milyonlarca yıl önce yaşadığını ve modern insanın atalarının bu canlılar olduğunu somut delillerle göstermektedir (Johanson & Edey, 1981). Buna karşılık, dini inançlar ve batıl rivayetler, çoğunlukla bilimsel doğruluktan yoksun, metafizik temellere dayanır. Bu tür inançlar, insanın kökeni hakkında yapılan objektif araştırmaları gölgeleyerek, bilimsel bilginin yayılmasını ve doğru anlaşılmasını engelleme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, evrimsel biyoloji gibi disiplinler, gerçek bilgi üretiminde dini dogmaların yerine, kanıt temelli sorgulamayı esas alır. Araştırmalar gösteriyor ki, toplumlarda yaygın olan batıl inançlar ve yaratılış anlatıları, çoğunlukla kültürel ve sosyal bağlamlarda işlev görürken, doğa bilimlerinin kapsamını aşan açıklamalar sunar. Ancak bunların bilimsel hakikatle karıştırılması, insanlığın gerçek tarihine ve evrimsel sürecine dair anlayışımızı bulanıklaştırır (Coyne, 2015; Dawkins, 2006). İnsanlığın evrimi, milyonlarca yıllık biyolojik süreçlerin bir ürünüdür ve bu süreç, deneysel ve fosil verileriyle desteklenmektedir. Gerçek bilgiye ulaşmak için, gözlemlerle desteklenmeyen inançların yerini, açık ve eleştirel bilimsel düşünce almalıdır. ______________ — Johanson, D. C., & Edey, M. A. (1981). Lucy: The Beginnings of Humankind. Simon and Schuster. CHARLES DARWIN |
Fake Peace
Omar Muhtar
Doğum yeri: 1862, Zanzur, Libya (o dönem Osmanlı işgalindeydi)
Ölüm: 16 Eylül 1931, İtalyanlar tarafından Derne, Libya’da idam edildi
Mensubiyet: Senûsî Tarikatı'nın önemli bir lideri
Unvan: “Çöl Aslanı” (Asad al-Sa?ra’)
Çünkü hem Cezayir hem Libya, Fransız ve İtalyan sömürgeciliğine karşı çok uzun süre halk direnişi yürüttü.
Cezayir’de de Abd el-Kadir el-Cezairî gibi büyük direnişçiler vardı. Ömer Muhtar ise Libya’nın İtalyan işgaline karşı simgeleşmiş lideridir.
Bu söz, genellikle Ömer Muhtar'a (Omar Mukhtar) atfedilen meşhur alıntılardan biridir, ancak tarihsel kaynaklarda bu ifadenin onun tarafından birebir bu şekilde söylendiğine dair kesin bir kanıt yoktur. Özellikle şu versiyonuyla sıkça paylaşılır:
Bu tür sözler, Ömer Muhtar’ın yaşamı ve duruşuyla uyumlu olduğu için halk arasında ona mal edilmiştir. Ancak akademik kaynaklarda ya da çağdaş belgelerde bu sözün doğrudan ona ait olduğu net olarak gösterilmemiştir. Dolayısıyla bu söz, tarihi doğruluktan ziyade, Ömer Muhtar’ın direnişçi ruhunu ve duruşunu yansıtan popüler bir alıntı olarak değerlendirilmelidir. Omar Mukhtar’ın (Ömer Muhtar) gerçekten söylediği, tarihi kaynaklarda yer alan bazı meşhur sözleri şunlardır: 1. "Biz teslim olmayız. Ya zafer ya ölüm!"-- Bu söz, onun İtalyan işgaline karşı yürüttüğü direnişi özetleyen en meşhur sözlerinden biridir. 2. "Ben bir savaşçıyım. Teslim olmak benim kitabımda yazmaz."-- Direniş boyunca yakalanmamak için yıllarca savaşmış, sonunda yakalandığında da teslimiyet göstermemiştir. 3. "Kazanmak zorunda değiliz, ama onurlu olmalıyız."-- Bu söz, sömürgecilere karşı savaşın sadece fiziksel değil, ahlaki ve onursal bir duruş olduğunu vurgular. 4. İtalyan mahkemesinde söylediği:"Ben silahıma sadığım, çünkü onunla vatanımı savunuyorum. Eğer bu suçsa, işlediğim her suçu kabul ediyorum." 5. "Ben Allah’ın emri için cihad ediyorum. Allah’tan başka kimseden korkmam."-- Müslüman kimliğiyle, direnişini sadece vatan değil iman mücadelesi olarak da görüyordu. 6. İdamdan önce söylediği rivayet edilen:"Bizden sonrakiler, daha güçlü gelecekler." Tüm bu sözler, Libya direnişinin simgesi olan Ömer Muhtar’ın kişiliğini ve mücadelesini yansıtır. 73 yaşında olmasına rağmen dağlarda savaşmış ve idam sehpasına başı dik çıkmıştır.
|
İslamo-Faşist Mahmut Abbas ve JÊKETO-PÊKETO Sêwaz'lı Selda Xanim
SVENSK DEMOKRATISK KULTURHUMANISM – ETT ANSVAR FÖR ALLA — När öppenhet utmanas – svensk humanism under press i ett mångkulturellt Sverige
Det svenska folket är ett av världens mest humanistiska, förstående och demokratiskt sinnade. Det är något vi kan vara både stolta över och tacksamma för. I dagens Europa blåser starka högervindar, och med dem följer ofta intoleranta och rasistiska idéer. Men dessa gamla och förlegade idéer får inte samma genomslag i Sverige som i många andra europeiska länder. Det beror till stor del på det svenska folkets höga utbildningsnivå, starka bildningstradition och djupt rotade tro på mänskliga rättigheter. I kontrast ser vi att fientlighet mot flyktingar och ifrågasättande av asylrätten ofta får fäste i samhällen och grupper med lägre utbildningsnivå och mindre utvecklad demokratisk kulturtradition. Sverige har en lång tradition av öppenhet, jämlikhet och solidaritet, som vilar på grunden av en stark folkbildningsrörelse och ett brett deltagande i det demokratiska samtalet. Denna unika kombination av utbildning, bildning och medmänsklighet – en slags demokratisk kulturhumanism – är något som inte alltid återfinns i samma utsträckning i andra delar av världen, oavsett om det gäller länder som Tyskland, England, Frankrike, USA, Ryssland eller andra. Just därför är det extra viktigt att vi värnar dessa värderingar. I tider då mörka krafter försöker splittra och polarisera, behöver vi stå ännu stadigare i vår övertygelse om allas lika värde. Det svenska samhällets styrka ligger inte bara i lagar och institutioner, utan i människors vardagliga vilja att förstå, respektera och stå upp för varandra – oavsett bakgrund. När Sverige med stolthet erbjuder skydd, trygghet och nya möjligheter för människor som söker en fristad, innebär det också ansvar för dem som väljer att komma hit. Att bli en del av det svenska samhället innebär inte bara rättigheter, utan även skyldigheter – att respektera och ta del av landets demokratiska värderingar, lagar, jämställdhetsideal och kulturella traditioner, utan att för den skull behöva överge sin ursprungliga identitet. Det svenska samhället bygger på tillit, öppenhet och gemensamt ansvar. För att detta ska kunna bevaras och stärkas krävs att alla som bor här – oavsett ursprung – aktivt bidrar till ett inkluderande, respektfullt och sammanhållet samhälle. Samtidigt måste vi uppriktigt våga diskutera utmaningar kopplade till integration, särskilt när det gäller vissa grupper som kommer från auktoritära och religiöst styrda samhällen – såsom Turkiet, Iran, Irak och Syrien. I flera fall har det visat sig finnas en motvilja eller oförmåga hos individer eller grupper från dessa sammanhang att fullt ut respektera det världsunika svenska humanistiska bemötandet, den jämställdhetssyn och den sekulära och humanistiska samhällsordning som vuxit fram under generationer här i Sverige. Denna ovilja tar sig ibland uttryck i bristande respekt för kvinnors rättigheter, vägran att acceptera religionsfrihet i praktiken, motstånd mot demokratiska principer och svårigheter att anpassa sig till öppna normer om jämlikhet och tolerans. Det handlar inte om att förneka någons kulturella identitet, men om att tydligt stå upp för de gemensamma värderingar som bär det svenska samhället. Ett öppet samhälle kräver ömsesidighet: de rättigheter som Sverige generöst erbjuder måste mötas med respekt för de skyldigheter som följer med att vara en del av detta samhälle. Om vi inte adresserar dessa utmaningar öppet med ärlighet och ansvar, riskerar vi att urholka det förtroende och den öppenhet som gör det svenska samhället unikt. Integration är inte en enkelriktad process – utan den bygger på en vilja att mötas, förstå och bidra. Det gäller särskilt dem som fått chansen att leva i världens absolut mest fria, rättvisa och medmänskliga länder.
|
Faşizmin atası: Ataturk
Turkey, Iran, Iraq & Syria are the İslamist Rapist States
Fucking Islamist Iraq Arab Nationalist Racist State
TASMASI İŞGALCİ DEVLETLERİN ELİNDE OLAN KÜRD LİDERLERİN UTANÇ VERİCİ İHANETİ
|
İhanetin yüzü DÖRTLÜ ÇETE: Xapo, Duran, Pîlot, Cemil
ÖCALAN (XAPO) KÜRD TOPLUMUNA ‘ÇÖPLÜK’ DEDİ·!!
.
Abdullah Öcalan, 12. PKK Kongresi'ne MİT'ten gönderdiği mesajda şunları söylemiş:
"Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’taki bir kültür kalıntısıdır Kürtler. Çözülmüş kabileler, işlevsel olmayan bir dil, tarikat kırıntıları, aşiret aile kavgaları (…). Bir tür çöplük. Çöplük toplumu, bir mezarlık".
Kürd Ulusu üzerindeki bu BÜYÜK haksızlık devam ettiiği sürece, yeryüzünde tek canlı bir kürd kalsa bile, bu hak davası YİNE DEVAM EDECEKTİR!
Teslimiyet ihanete - Direniş Zafere Götürür!
Berdewam be li ser rêka azadiyê! -- Ta yek jî ji me mabe li ser ruyê vî erdê! G.C. |
ÜMMETÇİ-İSLAMİST,
— Ümmetçi-islamist ve Sahte-Solcu/Devrimci Kürd Liderlerin Tarihsel İhanetlerinin Gölgesindeki Kürdistan’ın Karartılmış Geleceği
|
Biri, Hatip Dicle 'Kürdistan fikrini çöpe attık' demişti, bu hain de da sevgili anavatanımıza 'çöplük' diyor!
Gel bunlara şimdi ne söyle?
Bunlar insan mı?
İmralı'daki Xapo
Bi kurdî navên çûkan
Nietzsche