İBRAHİM HALİL BARAN
RUHA
AJA tarafından “dünyanın en etkili 20 yazarından biri” olarak gösterilen İbrahim Halil Baran, Güney Kore’nin başkenti Seul’de düzenlenecek Dünya Gazeteciler Forumu’na davet edildi. “Dünya Barışı ve Gazetecilerin Rolü” başlığıyla başkent Seul’de gerçekleşecek olan konferansa davet edilen Kürt yazar ve siyasetçi İbrahim Halil Baran, Kürdistan sorununun anlaşılması için yazdığı yazılar ve bağımsızlıkçı görüşleriyle tanınıyor. Konu hakkında Rûdaw’a bir demeç veren Baran, “Konfera…nsa katılacak mısınız?” şeklindeki soruya, “Elbette katılacağım. Bu zirve, Kürdistan meselesinin doğru anlatılabilmesi ve milletimizin geleceği açısından bize önemli bir fırsat sunuyor” sözleriyle cevap verdi. Konferansa katılan ilk Kürt yazar olması konusundaki düşüncelerini de paylaşan Baran, “Çok daha fazla aydınlığa ve düşünceye ihtiyacımızın olduğu bu dönemde bu foruma davet edilmek, üstelik sürgünde ve zor şartlarda bulunduğum bir zamanda böyle bir haber almak benim için güzel oldu” dedi.“Zirvenin bu yıl Seul’de düzenlenecek olması da ayrıca önemli” diyen Baran, “Güney Kore’nin kurtuluş savaşında uluslararası koalisyonun bir parçası olarak Kore’ye gönderilen, savaşan ve şehit olan birçok Kürt oldu. Kürdistan illerinde hala çok sayıda Kore Gazisi bulunuyor. Güney Kore ve Kürdistan arasında büyük diplomatik, askeri ve ekonomik ilişkiler mevcut. Bunun daha fazla geliştirilmesi, iki toplum arasındaki bağın daha da güçlendirilmesi gerekir” ifadelerini kullandı.Dünya Gazeteciler Forumu Kore Gazeteciler Derneği (JAK) ile Asia Journalist Association tarafından hazırlanan ve Devlet Başkanı Moon Jae-in’in ev sahipliği yaptığı konferansı 150’ye yakın gazeteci ve basın kuruluşu izleyecek. 24-30 Mart 2019 tarihlerinde düzenlenecek konferansa katılacak Baran, ayrıca ülkenin Devlet Başkanı Moon Jae-in ile de görüşecek ve ülkenin en çok izlenen programında Kürdistan sorununu anlatacak. Forum bir önceki yıl Singapur Zirvesi olarak düzenlenmiş, Kuzey Kore ile ABD arasındaki tarihi buluşmaya da ev sahipliği yapmıştı. Bu forumda Donald Trump ve Kim Jong-un bir görüşme gerçekleştirmişti.İbrahim Halil Baran Kimdir? 1981 yılında Suruç’ta doğan yazar, Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde ve Bilkent Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde okudu. Bir dönem Ciyt University of New York’ta Kürdistan Sosyolojisi dersleri verdi. Yayınlanmış 3 kitabı bulunan Baran, edebiyatçı kimliğinin yanında bağımsızlıkçı siyasi görüşleri ile tanınıyor. Daha önce Rûdaw’da da yazan Baran, kültür-politika yazıları yazmaya devam ediyor. Baran, 2014’ten beri Kürdistani Parti’nin genel başkanlığını yapıyor.
Di gel Mamoste Îsmaîl Beşîkçî
ERMENİLER KÜRDLERDEN ÖZÜR DİLESİN William Rupert Hay’ın, Kürtlere dair 1921’de yaptığı bir tespit yeterince dehşet vericidir: “Kürdün kendisini ve kardeşlerini küçümsemek gibi tuhaf bir alışkanlığı vardır; muhtemelen bu alışkanlık Kürde, onu asimile etmek ve her türlü millî duygusunu kökten sökme çabası içinde olan Türkler tarafından aşılanmıştır. Kürt sürekli olarak, dış görünüşe önem veren anlamında zahirbîn, açgözlü anlamında tamahkâr ve yabanî anlamında vahşi deyimleriyle kendisinden söz eder.” Bu acımasız ama hakikate dokunan tespite birkaç kelimeyle ekleme yapılmalıdır. Kürtler, tam da millî duyguları kökten söküldüğü için, başkalarını kendine tercih eden anlamında diğergâm ve millî bir akıldan yoksun bırakıldıklarından, başkalarının bilgisiyle düşünmeyi ve davranmayı adet edindikleri için akılnakıs olarak da tanımlanabilirler. Ermeni soykırımı konusunda yaşadığımız şey tam da bu. Kürtler, işlemedikleri bir suç için özür dileyip duruyor ve siyasal bir öngörüsüzlüğe kapılıp başkasının borcu için, alacaklılara ve haciz memurlarına kendi ev adreslerini tasdik ettiriyorlar. Ermeni soykırımı meselesinde hem Türkler’in suçuna kefil olmuşlar, hem hiç gereği yokken bu suça kendilerini ortak etmişler hem de Ermeniler’in avukatlığına soyunmuşlardır. Böylece özür dileyen de tazminata mahkûm olacak olan da yine kendileri olmuştur. Bir dönem Hristiyanlığı seçmiş oldukları ve Ermeni kiliselerine bağlandıkları için Ermeni Hanedanlıkları arasında gösterilen Muş merkezli Mamigonlar’ın (Doğu Ermenicesi’nde G ve K sesleri aynı harfle yazılır) günümüz Kürt aşireti Mamekan, Bagrati hanedanlığının da günümüz Bekiran aşireti, Kars merkezli Gamsargan’ın günümüzde Germsar ve Weramîn’de mukim olan ve Osikan hanedanlığı olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Osmanlı’nın egemenliğine girmiş 24 Kürt emirliği nasıl ki Türk kabul edilemezlerse, Ermeni Krallığı’nın bir dönem hükmettiği Kürdistan da ne Batı Ermenistan olmuştur ne de Kürdistan ahalisi Ermeni kabul edilebilir. Buna rağmen Hristiyanların, özellikle Osmanlı döneminde kiliseler düzeyinde örgütlenmiş olması, nüfusları az da olsa Yakubî ve Curkan gibi Hristiyan Kürt aşiretlerinin de bölgelerine göre Ermeni, Asurî, Süryanî, Keldani, Nestûrî vb. sayılmalarına sebep olmuştur. Rusya’nın Yaşattığı Cehennem ya da Ermeniler Ölse Kim Üzülür? Ruslar, iki seçeneğe sahipti: boğazları ele geçirmek için Bulgaristan’ı, Trakya’yı ve İstanbul’u almak ya da daha uzun bir yol olan Kafkaslar ve Kürdistan üzerinden Akdeniz’e inmek. Petro ve ardılları bu iki yolu da çokça denediler. 1800’lere gelindiğinde Kafkasya’yı işgal etmiş olan Rusya, 1804-1812 İran-Rus savaşları ile günümüz Ermenistan’ı ve Azerbaycan’ını almıştı. Özellikle Rusların Erivan kontu İvan Paskeviç, Anadolu’yu işgal etmenin yollarını aradı ve II. Mahmud’un politikalarından bezmiş Kürtler ve Ermenileri tetiklemeye kadar çalıştı. Paskeviç, kısa sürede Erivan, Kars, Erzurum, Ağrı, Bingöl bölgelerinin Müslüman ve Êzidî Kürt liderini ikna ederek tarafına çekmeyi başardı. Hatta Dersim’in Alevi Kürtleri içinde Ruslar’ın Hazreti Ali’nin kılıcı Zülfikar ile savaştığına dair bir efsane türemesini bile sağladı. Bu arada Osmanlı, artık doğuda Ruslarla mücadeleden dolayı İran’ın zayıflamasını fırsat bilerek, uzun süredir karışmadığı Kürdistan yönetimlerinin başına üşüşmüştü. Nitekim merkezileştirme politikası gereği bütün şiddetiyle Botan dâhil Kürt Emirliklerini tümüyle ortadan kaldırdı. Bunun da bir sonucu olarak da 1877-1878 Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı kesin bir yenilgi aldı. Artık ortada müttefik olunabilecek çapta güçlü Kürt emirlikleri olmadığı için de Ruslar neredeyse tüm yatırımını Ermenilere yapmaya başladı ve kurdukları Ermeni çeteleriyle Kürtlere katliamlar uygulanmaya başladı. Bu dönemde Bitlis, Van, Muş, Erzurum ve Kars’tan milyonlarca Kürt güneye tehcir edildi. Bugün Urfa, Mardin, Diyarbekir, Adıyaman, Antep, Hatay ve Suriye Kürdistanı’nda macir (muhacir) adı verilen Kürtler’in oluşunun sebebi budur. 1878’de yapılan Berlin Antlaşması ile de Osmanlı, Vilayet-i Sitte’de Ermeniler lehine ıslahatlarda bulunma sözü verdi. 1848 tarihli eyalet nizamnamesine göre Kürdistan’ın bölgeleri olan Erzurum, Van, Mamüret-el Aziz, Diyarbekir, Sivas ve Bitlis’i kaplayan bu bölgeye Rusya ve Avrupa’nın belirleyeceği bir genel vali atanacak ve tedricen bir Ermenistan’ın kurulmasının önü açılacaktı. İşte Ermeniler ve Ruslar da bu boşluktan faydalanmaya bakıyorlardı. Fakat III. Aleksander sonrası ortaya çıkan ve devlet politikası haline gelen milliyetçi dindarlaşma ile Bulgar ve Ermenileri Slavlaştırma eğilimi direnişle karşılaşmıştı. Milliyetçileşen Bulgarlar Rusya’ya itiraz etmişti. Ermeniler ise kendi kaderlerini tayinden, yani bağımsızlıktan yanaydılar. Neticede Ruslar, 1903’te yayınladıkları kanun ile Ermeni okullarını kapatacak, Ermeni kiliselerinin tüm topraklarına el koyacak ve köklü bir asimilasyon politikası başlatacaklardı. Bu arada Ermeniler, 1915’te Aram Manukyan önderliğinde Van merkezli Batı Ermenistan Yönetimi adıyla bir hükümet kurmuşlardır. Batum’un batısından başlayarak Trabzon, Gümüşhane, Erzincan, Muş, Bitlis’i ve Hakkâri’nin de güneyinde Piranşar ve Revandız’ı içine alan bir bölgede ve Özgür Vaspurakan adını verdikleri bir devlet ilan etmişlerdir. Bu hükümet daha sonra 1918-1920 tarihleri arasında varlığını iddia eden Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne ilhak edilecektir. Ermeni katliamlarında Kürtler’e bir suç isnat edilemez. Tıpkı, Sabiha Gökçen’in bir Ermeni oluşu, nasıl ki Ermenileri, Dersim katliamının faili kılmıyorsa, Kürtler de bu anlamıyla suçlanamazlar. Nitekim Saddam döneminde PDK’ye, son 30 yıldır da PKK’ye karşı savaşmış korucular meselesinde de bu böyledir. Kürtler’in bu düzlemdeki durumu bir emri ve iradeyi değil, bir memurluğu ve itaati temsil eder. Kürtler’in millî penceresinden mesele şudur: Ermeniler, siyaseten oynadıkları kumarı kaybettiler. Batılı güçlere ve özellikle de Rusya ile kurdukları ittifak onların sonunu getirdi. Ermeni aydınları, komitacılar ve siyasi önderleri tıpkı Tigran ve kayınbabasının kapıldıkları egemenlik hırsıyla kendi toplumlarını uçuruma doğru sürüklediler. Rus mandası ya da bağımsız bir devlet kurmak hayaliyle kendi topraklarının dışındaki Kürdistan topraklarına da göz diktiler ve neticede mağlup oldular. Bolşeviklerin beklenmeyen ihtilali bu hevesi kursakta bıraktı. Kürtlere karşı giriştikleri etnik temizlik bir bumerang gibi onlara döndü ama neticede suçlusu ve suçsuzuyla bir halk, büyük oranda tarihe gömüldü. Her şeyden önce Ermeni aklı, Kürdistan’a karşı işlediği suçlarla perişan ettiği Kürtler’e bir özür borçludur. Urfa’da Kürt sultanı Selahaddin-i Eyyübî adı verilmiş tek bir okul, üniversite, han, meydan ya da sokak yoktur. Bir tek mekâna; birkaç yıl önce camiye çevrilen ve 457’de imar edilmiş olan St. Yuhannes Ermeni Kilisesi’ne bu isim verilmiştir. Türk iradesinin kirli zihniyeti burada da ortaya çıkmış ve ibadethanelere dokunmamasıyla bilinen ve üç dinin Kudüs’te birlikte yaşamasının teminatı olan bir Kürt sultanının adı bu namussuzca işe verilmiştir. Caminin resmi sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı adlı devlet kurumudur. Bundan utanılmalıdır. Ve son olarak katliamları halklar değil devletler işler. Katliamı yapan Kürtler olsa dahi buna engel olmayan Türk devlet idaresidir ve bu onu yine doğrudan suçlu kılar.
24.4.2015 |
Îbrahîm Xelîl Baran çû Rewanduzê
Baran & Chomsky
Halil Baran
Toponimi meselesinde uzundur kafamı kurcalayan bir konu da Mardin isminin kökeniydi.
Kürdistan’ın güneyinde Duhok yakınlarında devam eden kazıda, Alman Tubingen Üniversitesi’nden Betina Faist ve Peter Pfalzner’in 4800 yıl önceye tarihledikleri tabletlerde, antik Mardaman - Mardaban şehrini bulduklarını duyurmaları, bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Zira Kürtlerin ülkesinin dört bir yanında Mard isminden türetilmiş yer isimlerinin varlığı bize Kürt tarihinin kayıp bir halkasını işaret ediyor.
1969’da yayınladığı XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı isimli büyük çalışmasında Nejat Göyünç, Mardin şehri ve çevresindeki Kürt aşiretlerinin faaliyetlerini, vergi durumlarını ve etkinliklerini açıkça işler. Mardin isminin kökeni ile ilgili birkaç bilgi verir ve kesin bir belirleme yapmaz. Şehrin isminin Süryani kitaplarında Merdo, Merdi, Merde, Marda ve Mardin olarak geçtiğini belirtir. İsimlerdeki bu varyetelerin varlığı, şehrin isminin Süryanice olmadığını kanıtlar niteliktedir. Zira Süryani metinlerinde Süryanice yer isimleri hep aynı biçimle yazılmaktadır. Roma-Bizans kaynaklarında da benzer bir durum görülür: Mardie, Mardena, Maride.
Mardin isminin kaynaklarda görülmeye başlandığı ilk metin M.S. 353 tarihli Ammianus Marcellinus’a ait Pers seferini anlatan bir günlüktür. Onun öncesinde bölgeye -ta çivi yazılı belgelerden itibaren- İzala / İzola denmektedir. Bu bilgi hem Mardin’den dağılan Kürt aşireti İzolilerin (Osmanlı belgelerinde Zoli, 1526 tarihli defter, BA TD 998) kökenini belirlenmesi için önemlidir hem de Mardin isminin kullanılmasıyla ilgili bir tarihsel başlangıç için.
Bu tarihin hemen öncesine dair en önemli belirlemeyi Joseph von Hammer yapmıştır. Yunan kaynaklarında Marde ismine denk gelen Hammer, bu bilgiyi Sasanilerin ilk kralı I. Ardeşir’in, savaşçı Mard / Marde aşiretini buraya yerleştirmesiyle birleştirmiştir. Bu iskânın tarihini tespit edemesek de Ardeşir’in 224-242 yılları arasında tahtta kaldığı göz önüne alındığında Mardların şehre kendi isimlerini vermiş olduğu veya birkaç on yıl sonra şehrin artık onların ismiyle anılmaya başlandığı görülmüş olacaktır.
Tasnif problemleri sebebiyle Mard ismine dair çivi yazılı tabletleri saymazsak (ki Betina Faist’in çözdüğü tabletlerde bu isim geçiyor) M.Ö 370’te yazılan Xenophon’un Anabasis’i bir ilk kaynak olarak önümüze çıkar. Ksenophon, ordusuyla birlikte Kardukh topraklarını yedi günde meşakkatle geçer.
Kentires ırmağının (günümüzde Bitlis Çayı) kuzeyine geçtiklerinde onları, Pers kralının akrabası Orontas’a paralı askerlik yapan Armenler ile günümüzde Kürt Xaldî aşiretinin atası olan Khaldiler ile Mardlar karşılar. Nitekim Med İmparatorluğu’nun ortaya çıkmasından önceki haritalarda ve Sasanilerin bölgeyi Persleştirme çalışmalarına kadar Van Gölü’nün batısında Xaldî Kürt ülkesi yer alırken, gölün kuzeyinde Mardia Kürt ülkesi vardır ve bu durum yaklaşık M.Ö 700 ile M.S. 300 arasında kabaca korunmuştur.
Xenophon’dan yaklaşık üçyüz yıl sonra yaşayan ve M.S. 7 yılında ünlü Coğrafya kitabını yayınlayan Amasyalı Strabon da Mardlardan bahseder. Soğuk ve dağlık olarak nitelediği kuzey Medya ülkesinde Kürdi ve Mardi (Amard) aşiretlerini üst üste sayan Strabon, onları göçebe ve savaşçı olarak tanıtırken ikisinin de aynı milletten olduğunubelirtir. Fakat anladığımız kadarıyla Kürdi klanı Perslerin, Mardlar ise Ermenilerin hâkimiyeti altına alınmıştır.
Ermenice literatürde ve tarih yazımında Kürt isminin kullanımı yakın bir döneme denk gelir. Öncesinde Kürtlere, Mard denir. Bunun sebebi hem Ermenilerle sınır boyunca Mard aşiretinin yaşamasıdır ve onlar bütün Kürtleri Mard olarak kodlamıştır; hem de Ermeniler ile Kürtler arasında, henüz tüm Kürt topluluklarının Kürt ismi ile bir araya gelmesinden önceye dayanan bir ilişki vardır ve bu ilişkinin yansımaları hala canlıdır.
Tarihin bir devrinde Ermenilerin hükmettiği ama kalıcı olamadığı Kürdistan’ın kuzeyi ve şu an Türkler, Ermeniler ile Azeriler arasında bölüştürülmüş olan ve bu üç topluluğun her türlü zulmüne maruz kalmış eski Kürt ülkesinden günümüze kalmayı başarabilmiş bir iki örnek belki durumu açıklamaya yetecektir.
1928 yılında Türkler, Kürdistan’daki binlerce köye Türkçe isimler verdiğinde binlerce yıldır varlığını sürdüren isimler ve onların tarihsel anlamları da kayboldu. Örneğin Ağrı’nın Eleşkirt ilçesine bağlı tarihi bir köyün ismi Dolutaş olarak değiştirildi. Köyün yeni ismi eski bir saray kalıntısının taşlarıyla dolu olduğu için Dolutaş yapılmış olmalıydı çünkü burası eski Marda’nın merkezi kabul edilen ve 1928’e kadar Mardo, yani Kürt ismini taşıyan bir köydü. Köye bir süre sonra Karapapaklar yerleştirildi ve bir Kürt tarihinin bir bölümüyle ilgili bu müthiş bağ yok edildi.
Bugün Ermenistan ve Azerbaycan arasında bir soruna dönüşen Karabağ’ın 1935’e kadar kullanılan ismi Mardakert’tir. Hala da bu adla bir kültürel bölge olduğu kaynaklarda geçiyor ve haritalarda yer alıyor. Marda, Kürt demektir. “Kert / Gerd” sözcüğü ise, Kürtçe’deki höyük - kale anlamındaki “gir/d” ve sonrasında “girtin” (elde tutmak, hükmetmek) sözcüğünden Ermenice’ye geçmiştir ve “kale, hisar” demektir. Bir karşılaştırma için Malazgirt isminin kökenine bakılabilir, eski ismi Manaz-Gerd’tir. Neticede Mardakert de Mardo’nun kaderini paylaşmış ve talan edilmiştir.
Bir diğer örnek Azerbaycan’dandır. Başkent Bakü’nün eski yerleşimi yeri olan ve günümüzde şehrin semtlerinden biri kabul edilen bölgenin adı Mardakan’dır ve anlamı Kürtlerin Diyarı demektir. Bu adı taşıyan ve korunmaya alınmış bir kalesi olan Mardakan’daki tarihi kalıntıların çoğunluğu M.S. 1. yüzyıla tarihlendiriliyor. Yani tam da Mardların tüm belgelerde karşımıza çıktığı yıllar. Şirvan Beyleri, Siirt Şirvan’a (oradan da Barzan’a) göç etmeden önce uzun yıllar Mardakan’da hüküm sürmüşlerdir.
Geriye dönersek, Sasaniler’in ortaya çıkışı sonrası Mardlar görünmez hale gelmiş ve Mann ismi kullanılmaya başlanmıştır. Persleştirme politikası gereği Mardların sürgün edilmiş olmaları, ağır bir yenilgi alarak bir süreliğine Man Kürtlerine tabi olmuş olmaları mümkündür.
Med, Mad, Mod, Mard, Merd, Mand, Man gibi Kürt isimlerinin birbirinin aynısı olduğu varsayılsa da bunun tümüyle böyle olmadığını düşünüyorum. Ya isimler yazım ve telaffuzlarda ayrışmışlar ya da yakın isimlere sahip bu Kürt toplulukları birbirine hakimiyet kurduktan sonra diğerinin ismini almışlardır.
Bu haliyle özellikle Rus Kürdologların, Med ismini Mardlara dayandırması ve hem de Mardlardan bir süre sonra belgelerde karşımıza çıkan Man ismini Mard’ın devamı kabul etmelerinin yanlış olduğu fikrindeyim. Zira aynı metinlerde Strabon hem Medya’dan, hem Mardia’dan ve hem de Urmiye Gölü’nün güneyinde kalan toprakların sahibi olan Kürt Manna klanından bahsediyor. Denilebilir ki bir süre sonra Manna, Mardları etkisi altına aldı ve Mardlar da artık Man olarak anılmaya başlandılar.
Dolayısı ile 1961 tarihli çalışmasında Kurmanc kelimesinin köküne dair bir belirlemede bulunan David Neil MacKenzie, bunun “Kurdu Median” sözcüklerinden oluştuğunu söylerken eksik ama hakikate dokunan bir tespit yapmıştır. Kurd ve Mann kelimesi, Kurmanc olarak birleşmiş ve belki de aynı dili-diyalektiği konuşan veya aynı bölgeden gelen Kürtleri tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Nitekim Kurmancların, 1040’lı yılların başında kuzey ve doğudan gelen Türk saldırılarından sonra Van ve Hakkâri üzerinden batıya doğru savruldukları bilgisi bu meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Türklerin Kürdistan’ın mevcut dengesini bozmasından sonra Mard ve Man isimleri bir süre kayıtlardan düşerken o güne dek ismi tespit edilmemiş başka bir aşiret birliği de yavaşça tarih sahnesine çıktı. En eski, 1160 tarihli İbnul Erzak’ın Tarihu Meyyafarikinadlı eserinde ismine rastlanan ve Şerefname’de de bahsedilmeyen Millî Kürt aşiretiMardların coğrafik devamı niteliğindeydi. Kelbajar’dan Urfa’ya kadar uzanan topraklarda yerleşik olan ve Kazakistan ile Şam arasına da savrulmuş olan Mıl aşiretinin (Milan, Milî, Millî, Milhî) bir diğer özelliği de Mardların kalesi olan Mardin’i 19. yüzyılda kadar etkin biçimde yönetmiş olmalarıydı. Bu aşiretin Mard ve Manların devamı olduğu bilgisi, yeni bir tartışma konusu olsa da kantılar açıktır; bugün bile Milli aşiretini oluşturan 24 aşiretten ikisinin adı korunagelmiştir: Merd ve Man. (Izady, M. Emin Zeki’nin ve benim 2004 yılında hazırladığım listelerde isimler Mard ve Man iken, Sykes ve İngilizlerin belgelerinde Mardis ve Hacı Manlı).
Bu durum, Kürt aşiret birlikleri içinde sıkça görülen yeniden teşekkül ve aşiret birliğine egemen olan hanedanlığın değişmesiyle ilgili olmalı. Zira -lı,-li (Atmalı, Badıllı, Qereçurlu) takası alan aşiretlerin Türk egemenliğinin başlamasından sonra yeniden ortaya çıktıkları veya sürgün edilerek herhangi bir yere yerleştirildikleri, -wend ve -weyh takısı alan aşiretlerin antik oldukları (Bawend, Büweyh, Hasanweyh), -î eki alan aşiretlerin yerleşim adı bildirdikleri (Ertoşî, Zilî) biliniyor. Millî aşiretinde de böylesi bir yenilenme fark ediliyor.
Bu aşiret birliğinin içinde birçok isim dikkat çekse de, Muş’a isim veren ve Med döneminde Muşki adıyla yönetim bölgesi oluşturan ve son yüzyıldır Araplaşma eğilimi gösteren Muşkilerin, yine Millî aşiretinin içinde ortaya çıkması ve Mardin’i Mişkî / Meşkînan ve Muşkî adıyla yönetecek düzeye gelmesi de ilginçtir. Yine Muşkili Midas’ı bu bağlamda yeniden değerlendirmemiz gerekecektir.
Daha eskiye dönersek, Mard isminin Zadig ve Astkhig ile birlikte Ermenilerin en büyük tanrısı olduğunu da görürüz. Mard’ın hem Kürtlere isim olarak verilmesi hem de bir tanrı ismi yapılması ancak kültürel ithal ile ilgilidir. Nitekim Sümerlerdeki Marduk da, Yunanlılardaki Mars ve günümüzde yılın üçüncü ayı olan Mart da bizim Mardlarla ilgilidir ve hem savaş tanrısı hem de bereket tanrısı olması bizim diğer toplumluluklarla kurduğumuz ilişkinin bir yansımasıdır.
…
Kürt tarih yazımındaki temel sorunlardan biri de Kürtlerin tarihe şimdiki adları, şimdiki dilleri ve etnokültürel biçimleriyle çıktığını varsaymaktan kaynaklanıyor. Çoğumuz için tarihi kitaplar, belgeler, kronikler incelenirken indekslerde Kürt ve Kürdistan’ı aramak bir tür alışkanlığa, hastalığa dönüşmüştür. Oysa bu, Kürtlerin millet yapısını tanımamakla ilgili durumun basit bir yansımasıdır.
Devletsizlikten kendi tarihlerini işgalcilerinin kaynaklarından ve siyasal bir akılla şekillendirilmiş tarih tezlerinden okuyan Kürtlerin gözü kör edilmiştir çünkü çarpıtıcılar, bize bir yeri işaret ederken geriye kalan her şeyin üstünü örtmüşlerdir.
Diğer milletler için normal olan sosyal değişim, yeniden tarihe dönme, başka adlarla siyasal bir varlık olarak ortaya çıkma ya da dil / din değiştirerek varlığını yeni bir formda sürdürme normal iken, söz konusu Kürtler olunca bu durum köksüzlük ve tarihsizlik ile eşitlenmiştir.
Türk olduğunu beyan ederken Kıpçak-Kuman ya da Oğuz olduğunu belirtme gereği duymayanlar, Kürt olduğunu söyleyenlere Zazalar ile Kürtlerin farklı olduğunu tefsir ile başlıyorlar söze. Asyalı olmak dışında bir benzerliği yokken Hunları ya da Uygurları Türk kabul edenler, Eyyübilerin Kürt olduğunu söylememek için kırk bin dereden su getiriyorlar ve sonra Selahaddin’i bir dini figür olarak hapsederek “Kürt bile olsa mücadelesi din içindi” diyorlar. Sanki Kürtlerin atının tozlu nalı üç kıtaya değse kıyamet kopar.
Şeref Xan’dan birkaç yüzyıl önce yaşamış Ermeni tarihçilerin kendilerini ve Ermeni soyunun kurucusu Hayk’ı bir mythos ile Urartulara bağlamasını tarih kabul edenler, Şerefname’de Kürtlerin soyuna dair hikayeleri tarihdışı olarak yaftalayarak değersizleştiriyorlar.
Dünyanın öteki ucunda kendi isimlerinden üç harfin bir arada bulunduğu bir tarihsel keşiften milli bir paye çıkaranlar, söz konusu Kürtler olunca on harflik benzerliği dahi yetersiz buluyorlar.
İtalya’daki Etrüsklere Türk diyenler Cudi dağının etrafındaki Kardoxların Kürtlüğüne isim benzerliği diyorlar. Anlam bağı olmamasına rağmen Kürt köylerinin isimlerini Ermenice’ye bağlayarak topraklarımızda hak iddia edenler, kendi ülkelerindeki Kürtçe isimlerin üstünü örtüyorlar. El insaf.
Şimdi bütün tarihi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor
03.07.2018
K.24
Eşîrên Zaza: Li sedsala 17:emîn ji hev hatibûn belavkirin. Navê qewm û nijada wan kird e û ji kurmancan re jî dibêjin kirdas. Kurmanc ji eşîrên mard û lûviyan bi nêzîkî salên BZ (berî zayinê) 800î hatin ketin nav zazayan û bûn wek zazayan kurd.
Du xwedayên kurdan hebûn; Kardox û Mardox. Kurmanc qewmê ji van mardoxiyan in. Bi gotineke din zaza kurdên resen in. Wek li gotineke pêşiyan bi kirdkî ('zazakî') tê gotin; 'kirdasî boçê masî'.
Wate kirdas berê ne kurd bûn, (proto-kurd) û bi tevlîbûna eşîrên zazayan, di bin navê kirdasan bûn kurd. Ibrahım Halil Baran
Îbrahîm Halîl Baran li ber Şikefta Şanîdarê
Nuh’un gemisi nereye indi?
Kutsal metinlerin tarihsel-arkeolojik-kültürel kaynakları konusu vahiy meselesini yeniden tartıştırdığı için sorunlu bir alandır. Kuran-Tevrat-İncil-Avesta böyle diyorsa böyledir diyenler ile akıl ve nesnel bilgiyi temel alanların kapışması hiç bitmeyecek olsa da bu metinlerin birbirini destekleyen, birbirinin önünü açan tarafları da vardır. Nuh, tufan ve gemi meselesi bu alanın en çok tartışılan konularından biridir ve Nuh’un kim olduğu, tufanın hangi zamanda gerçekleştiği ve eğer varsa geminin nereye indiği her zaman büyük bir merakın konusu olmuştur. Israe?¨l Joseph Benjamin, Doğu’da Beş Yıllık Gezi (1846-1851) adlı metninde Kürtlerin o tarihlerde yılda üç kez Ararat Dağı’nın zirvesine tırmandığını ve burada ibadet ederek insanlığı taşıyan geminin anısına saygı gösterisinde bulunduklarını aktarıyor. Ne var ki Benjamin, günümüzde Cudi olarak bildiğimiz yerden bir yanlışa mahal vermeden Ararath olarak bahsediyor. Yazar detaylı olarak konum bilgileri veriyor ve bu dağın Zaxo’dan 4 fersah (bir fersah 5-6 kilometredir) uzakta olduğunu söylüyor. Basil Nikitin’in de bölümler aktardığı bu metin kafa karışıklığının giderilmesi için iyi bir örnektir. Benjamin’in bu dağa Ararath demesinin sebebi Kutsal Kitap’taki Kalde geleneği ile ilgilidir. Tufan olayı onlardan alınmış ve yeniden yazılmıştır. Yaratılış 8:4’te “Gemi yedinci ayın on yedinci gününde Ararat dağlarına oturdu” diyor. Yani bahsedilen tek bir dağ değil, dağlar silsilesi yahut bir ülkenin dağlarına verilen genel bir isimdir. Yeşeya, II. Krallar Kitabı ve Yeremya’da ise Ararat bir ülke, bir krallık adı olarak geçiyor. Anlaşılan o ki Tevrat’ın Ararat dağları demesinin sebebi Urartu İmparatorluğu’nun (M.Ö 8-7. yüzyıl; Kürt kaynaklarında Xaldî İmparatorluğu) sınırlarıyla ilgilidir. Bu sınırlar güncel Kürdistan haritalarındaki gibi güneydoğuda Zagros dağlarını içine alır ve bu silsileyi takip ederek batıda Akdeniz’e ulaşır. Batlamyus, henüz 2. yüzyılda Coğrafya adlı yapıtında bu dağlara Kürt Dağları diyor. Tevrat’ın Süryanice çevirilerine bakıldığında ise durum çok daha net ortaya çıkıyor; Yaratılış 8:4’te geçen Ararat dağları ifadesi Tûrê Kardû (Kürt Dağları) olarak tercüme edilmiş. Yani özellikle 10. yüzyıl Ermeni kaynaklarında yoğunlaştığı gibi Ararat dağları / dağı, Ağrı Dağı (Ermenice Büyük ve Küçük Masis Dağı) değildir. Kuran ise Nuh’un gemisinin Cudi’ye oturduğunu söyler. Hud Suresi’nin 44. ayetinde bir dağdan bahsedilmez; ama Cudi’nin ismi verilir. Oysa Arap kaynaklarında 8. yüzyıla kadar bugün Cudi Dağı dediğimiz dağın ismi, tıpkı Akad, Asur ve Babil belgelerinde geçtiği gibi, Nippur / Nissir Dağı ve daha sonrasında ise Kürtçe hali olan Zerkarî Dağı olarak geçer. Yani gemi aslında Kuran’a göre de günümüzde Cudi dediğimiz dağa inmemiştir. Fakat 9. yüzyıl ve sonrasındaki kaynaklar ısrarla BaKarda (Kardu) ülkesindeki Cudi Dağı’nı işaret ederler. Bu dönemin siyasal kaygılarıyla ilgili olsa gerek. Ephraim Avigdor Speiser’in Mezopotamyalıların Kökeni kitabı şüpheye yer vermeyecek şekilde Gutilerin Kürt olduğu tezini ortaya koyar ve Guti adının Kuti, Cuti, Cudi, Curti, Gurdi, Kurdi gibi çeşitli telaffuzlarına değinir. Arapça’da G harfi olmadığı ve bu harfin C’ye dönüştüğü de göz önüne alınırsa Kuran’ın da Cudi ismiyle tıpkı Tevrat’taki gibi bir dağdan değil Kürdistan’dan veya bu ülkedeki dağlardan bahsettiği görülür. Nitekim Sümer, Akad ve Asur belgelerinde zaman zaman daralsa da Gudium olarak geçen ülkenin sınırları, Susa ile Qarqamiş arasındaki dağ silsilesini takip eder. Yani o zamanki Kürt ülkesi de Zagroslardan günümüzdeki Güneydoğu Torosları’na kadar olan alanı kapsar. Êzidîlerin kutsal mekanı Laleş, Duhok’a bağlı Şêxan ilçesine 10 km. uzaklıktadır. Laleş’in avulusunda, giriş kapısının sağında sizi siyah bir yılan kabartması karşılar. Bunun Nuh’un gemisindeki deliği kendi bedeniyle veya başıyla kapattığı söylenen ve daha sonra Nuh’a rehberlik eden yılan olduğu söylenir. Yılan Nuh ve kavmine yol göstererek onları dağdan indirmiş ve Laleş Vadisi’ne getirerek ilk ziyaretin nereye yapılacağını göstermiştir. Yapı tamamlandığında da duvara tırmanmış ve orada kalmıştır. Bugün Kürdistan’da adına “ziyarat” denilen bütün tapınaklar (yani Ziqurrat) “Marê Reş / Marê Ocêx” denilen bir siyah yılana sahiptir. İşte o yılanların tümünün Laleş’teki bu yılanın yavruları olduğu ve ziyaretleri koruduğuna inanılır. Ne var ki mesele sadece bir efsane değildir. Kürdistan Gezisi’ni 1910 yılında yayınlayan B. Dickson buradan geçtiği bilgilerde, Nuh’un, gemisini Ayn Spina adlı bir Kürt köyünde inşa ettiğine ve geminin Sincar / Şîngar / Şengal Dağı’na doğru yol aldığına inanıldığını söylüyor. Ayn Spina bize Arapça’da gemi anlamına gelen Safina (?????) kelimesini çağrıştırıyor. Arapça’daki bu kelime Aramice’den alınmıştır ki Saphina; kesilmiş tahta levha anlamına geliyor. O da köklerini Akadca’daki Sapuna kelimesinden alıyor ve anlamı “düzgün biçimde bir tahtayı kesmek, düzeltmek.” Sefine kelimesinin anlamı bize yeni bir kapı açıyor çünkü Güney Kürdistan’daki en önemli dağ silsilelerinden bir tanesinin ismi Sefîn’dir. Kuzeybatıda Daraşakran dolaylarından başlayıp Erbil’in kuzeyinden Koyê’ye kadar uzanan bu sıradağlara da Nuh’un gemisinin indiğine inanılıyor. Sefin dağlarının karşıtı olan Rewanduz Dağları ve en yüksek noktası olan Korek Dağı’nda ise bugün bile büyük bir gemi maketi bulunuyor. Bu dağlar ise Laleş’in kuzeyinden geçen Garê Dağları’na kadar uzanıyor. Talmud’da şunlar yazılıdır: “Kral Sennacherib (Sanherib) Asur’a döndükten sonra bir tahta bulmuş ve ona bir put olarak tapmıştı, çünkü o tahta Nuh’u tufandan kurtaran geminin bir parçasıydı. Sennacherib puta dua etmiş ve bir sonraki seferinde başarılı olması durumunda oğullarını puta kurban edeceğine yemin etmişti. Ancak onun bu yeminini duyan oğulları, babalarını öldürüp Kardu’ya kaçtılar…” Anlaşılan o ki sadece tufanın hikâyesi değil geminin enkazı da daha sonra kutsal bir nesneye dönüştürülmüş, hatta put yapılarak tapılmış. Öyle ki Talmud’tan binlerce yıl sonra Israe?¨l Joseph Benjamin kitabında Kürdistan’daki kimi kiliselerde ve şeyh evlerinde bu gemiden tahta parçaları olduğunu, Şeyhlerin kendi kutsallıklarının ve soyluluklarını bu tahtalarla ispat etmeye çalıştıklarını aktarıyor. Irak’ın Arap kaynaklarında bugün Kürtlerin Şêxan (Şeyhan - Şeyhler) dediği ve Laleş’in bulunduğu ilçenin ismi Sefina’dır ki burası ismini yukarıda bahsettiğim Ayn Spina’dan alır. Özellikle Kürdistan’ın kuzeyindeki ve bugün Hz. Muhammed’in torunu olduğunu söyleyen şeyh-seyid ailelerinin, örneğin Urfa’daki Şeyhan aşiretinin, bu mıntıkadan yayıldığını biliyoruz. Sir Leonard Woolley ve ekibinin yaptığı kazılardan çıkardığı tabletlerden, özellikle de 1932’de çıkarılan tablette geçen krallar listesinden Nuh’un M.Ö 2700’lerde yaşamış Sümer Kralı Utnapiştim olduğunu biliyoruz. Utnapiştim, er krallar listesinin onuncu sırasında yer alıyor ve Yahudi-İslam kaynaklarına göre de Nuh, Adem’den sonra onuncu sıradaki peygamberdir. Bu listedeki 7. kral ise Enok’tur; yani dinsel kaynaklarda geçen İdris; ilk kez kalem ile yazı yazmıştır. Yazının icadı da aynı döneme denk gelmektedir… Nuh’un tufanı bir yazıya sığdırılamaz ama Kürdistan’ı dolaşırken dağların yüceliği ve bu bilgiler ışında kafamda durmadan şöyle bir soru dönüyor: Dünya siyasetinde sular yeniden yükselirken yeni bir Nuh bizi kurtuluşa götürecek mi? Kürdistanlıları bu yeni dönemde boğulmaktan kurtaracak gemi hazır mı? |
Korona artık bir fikirdirHegemonya yarışında Çin’in ABD’yi geride bıraktığı hâkim alanın yapay zekâ olduğu artık bilinen bir gerçek. Bu alanda hizmet veren şirketlerin yüzde ellisinden fazlasını Çinli şirketler oluştururken geriye kalanını bütün dünya ülkeleri oluşturuyor. Bu başarının arkasında 1,5 milyarlık nüfusun sağladığı büyük bir veri havuzu ve yatırım yapmaktan korkmayan bir devlet aklı var. Yakın bir zamana kadar kopya ürünler veya başka ülkelerde geliştirilmiş fikirlerin hamaliyesini Çin malı olarak üreten ülke artık çok başka bir yerde. Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından haklı ulusal güvenlik gerekçeleri ve endişeyle izlenip engellense de 5G gibi internetin en ileri teknolojisine bütün ülke sathında sahip olması, yüz tanıma sistemlerindeki gelişmişliği, günlük perakende satışlarının neredeyse %80’ini online ödeme ile gerçekleştirmesi ve yıllık 5 trilyon dolara yaklaşan dijital ekonomisi; Çin’in bu alandaki liderliğinin başlıca göstergeleri. Bu büyümenin en önemli ayağını batı menşeli aplikasyonların engellenerek Çinli muadillerinin yaratılması ve böylece milli verilerin muhafaza edilmesi düşüncesi oluşturuyor. Batıdan ilham alınarak üretilen ve başlangıçta Çin’in Whatsapp’ı ya da Çin’in Facebook’u gibi adlarla tanıtılan Wechat, Youku, Baidu, Tencent ve Alibaba gibi uygulamalar şu an benzetildikler ürünlerden daha üstün özelliklere sahip ve data toplama konusunda çok daha ileri bir yerde duruyorlar. Çin’in dijital altyapısının ve muazzam yapay zekâ uygulamalarının gücü, bütün dünyada büyük paniğe yol açıp yükselme trendi gösterirken Çin’in kontrol altına aldığı koronavirüs meselesinde yeniden görüldü. Zira salgının yayılmasının geriletilmesi büyük oranda bir mobil uygulama ile sağlandı. Her vatandaşın kimlik numarası ile zorunlu olarak kullandığı Wechat uygulamasına eklenen yeni bir özellik; vücut ısısı ölçümü yaparak diğer sağlık bilgilerinin girilmesini zorunlu kılıyor, ön kamera aracılığıyla hastalık bulgularını değerlendiriyor, GPS verileriyle diğer vakalarla mesafeleri ölçüyor ve şartları değerlendirerek vatandaşın virüse yakalanıp yakalanmadığına yapay zekâ ile kanaat getiriyor. Pozitif verili şahıslar yine online olarak çok iyi organize edilmiş Komünist Parti’nin üyeleri tarafından takibe alınarak gerekli tıbbi müdahaleye tabi tutuluyorlar. Öte yandan evlerinde karantina altında alınan vatandaşların tüm ihtiyaçları da benzer şekilde uygulamalarla çalışan lojistik ekipleri tarafından sağlanıyor. Haklı gerekçelerle otoriterlikle suçlanan Çin, dijital devrimi kendi toplumunu elde tutmak için kullanıyor. Çin’in bu mücadeleden zafer ile çıkması, kendi toplumunu sistem etrafında yeniden konsolide ederken, ona uluslararası arenada da bir açılım sağlayacaktır. Salgın öncesi dünyanın gözü önünde ABD’nin şiddetli mobbingine maruz kalan Çin’in bu dönemde büyük ekonomik kaybına rağmen baskılardan kurtulması onun hanesine yazılacak ilk kazanımdır. ABD’nin Avrupa’daki müttefiklerine dahi uçuş yasağı getirdiği ve olağanüstü hal ilan ettiği kriz halinde Çin’in belli bazı yerler dışında herhangi bir yasak getirmediği, ülkeye giriş yapanların itina ile takip edilerek karantina otellerine yerleştirildiği ve salgının olduğu ülkelere iyileşen hastalarının plazma transfüzyonlarının da dâhil olduğu önemli medikal yardımlar yaptığı görülmektedir. Bu krizin bu şartlarda bir süreliğine de olsa devam etmesi durumunda Çin’in korana virüsünü kontrol altına almak ile gelecek liderlik pozisyonunu çıkarları için kullanacağı rahatlıkla söylenebilir. Siyasal tarih, doğal afetlerin politik etkilerini kontrol altına alamadığı için sosyal olarak helak olmuş yüzlerce devletle doludur. Bu krizle birlikte ABD-Çin çatışması duraksadı; altın yükselirken dünya borsaları, petrol fiyatları, pariteler, Çin’in ihracatı keskin düşüşler yaşadı fakat hala Çin’in üretim zincirinde bir sorun yok ve piyasaya enjekte edilmiş büyük bir para var. Bugün Çin, her vatandaşının anlık sağlık raporuna sahip bir devlet olarak kendi toplumunu ve başındaki felaketi kontrol altına almış görünüyor. Diğer taraftan mesela binlerce yıllık devlet geleneğiyle övünen İran’ın dramatik çöküşüne ve batı devletlerinin yapay zekâyı doğuran medeniyete ev sahipliği yapmalarına rağmen korkunç bir şekilde bocalamasına tanık oluyoruz. ABD küresel gücüne rağmen şu an içine çekiliyor ve krizin böyle seyretmesi onun ülke içindeki sosyal, ekonomik ve özellikle bir kangrene dönüşmüş olan sağlık sistemi ile ilgili tüm problemlerini açığa çıkaracağa benziyor. Bu durum zaten borçlu esnafın ekonomik krize denk gelmesi gibi dokunaklı bir hikâyeyi anımsatıyor. Bu krizin başlangıcındaki yaygın komplo teorisi ABD’nin Çin’in önünü kesmek için böyle bir virüsü dolaşıma soktuğu düşüncesiydi. Nitekim Çin'in önde gelen epidemiyologlarından Cong Nanşan da virüsün Çin'de ortaya çıkmasının, kaynağın Çin olduğu anlamına gelmediğini söyledi. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cao Licien ise "Salgını Vuhan'a getiren ABD ordusu olabilir; ABD bize bir açıklama borçlu" ifadelerini kullanmıştı. Oysa çağların değişim noktalarındaki espri, yeni bir ileri silah teknolojisine sahip olma halidir. Şu an kim kime karşı kullanıyor bilmiyoruz ama kontrol sahibi olan ilk darbeyi yiyen Çin’dir ve görünen o ki ortada eğer bir biyolojik silah varsa Çinliler onu kullanarak kendilerini test ettiler. Usta stratejist Sun Tzu, Savaş Sanatı kitabında “Savaşta mahir olanlar, düşmanı savaş alanına getirir ve onun tarafından oraya getirilmezler” der ve ekler; “Savaş meydanında ilk olan ve düşmanın gelmesini bekleyen, savaş için daha çok hazır olur; sahada ikinci olan ve savaşmak için acele etmek zorunda kalanlar daha bitkin olacaktır.” Peki, koronavirüsün Çin’den çıkması bir tesadüf mü yoksa Çin’in düşmanını kendisinin ilk vardığı, güçlü, avantajlı olduğu savaş meydanına çekme hamlesi mi? Cevap ne olursa olsun artık korona bir virüsten daha çok bir fikirdir. Mevcut düzeni sıfırlayabilecek kadar güçlü bir fikir. Medeniyetin seyrini değiştirebilecek kadar güçlü bir fikir. 14.03.2020 |
Desşt-î Şarezûr
Bu diyar-ı Kurdistan ki bî misl û bahadır
Bir tek dağına bütün türk mülkü fedadır