KÜRDİSTAN MEZARLARININ SIRRI

DENIS MOORE/ The Magazine EVERYBODYS 1952

Home  |  Destpêk  |  Ana Sayfa

 

 

Resim altyazısı: Kürd süvari tüfeğini tam bana karşı doğrultulmuş bir vaziyette, eşeğin yüküne dokunmak için yapabileceğim herhangi bir hareketi önler gibi karşıma dikildi.
Rifle at the ready, to the Kurd reined up opposite me as if to intercept any move I might make to interfere with the donkey's load.

 

 

 

 

 

KÜRDİSTAN MEZARLARININ SIRRI

DENIS MOORE/ The Magazine EVERYBODYS 1952

 

Mezarların içerikleri gibi, tüm macera da inanılmazdı, ama isimsiz Prens yazara,: “Senin gibi ne yaptığımızı öğrenmiş olan herhangi bir yabancı, öldürülür” dedi.

 

SABAH postasıyla, tanıdık olmayan bir elyazısıyla adreslenmiş tuhaf bir paket geldi. Kağıdı açarken merakım da arttı. Bağdat Büyükelçiliği'nden yazılmış kısa bir notta, postanın taahütlü gönderiyle İngiltere’deki evime iletildiğini yazıyordu.

İç ambalajı oluşturan yumuşak deriyi açtığımda, ince işlenmiş bir av bıçağı gördüm. Bir an bıçağın altın işlemeli kakma sapına, ince, kavisli bıçak kısmına öyle bakakaldım; ve sonra, bu şahane kürd işçiliği örneğine ilk defa bakmadığımı hatırladım.

Aklım, Persia(1) gölleri ve dağları ile Irak'ın tozlu ovaları arasında kalan o vahşi sınır ülkesine geri döndü; ve özellikle, Kasrik Geçidi'nden Ruwanduz'a doğru gerilen o yola..

* * *

Tebriz'den Bağdat'a olan son yolculuğumda, araba camından, farların ve karların aydınlattığı göz kamaştırıcı bir parıltı ile göllerin etrafında dönen o yolları gördüm.

1939 sonbaharıydı. Savaşın patlak vermesi üzerine Tebriz'de kurduğum tahıl işini kapatma kararı beni zorladı ve endişelerimin yoğunlaşmasından dolayı güneye dönüşümü, belki icabından daha fazla bir süre için erteledim.

Kâr Yağmaya Başladı

Yazdığım gün, Kafkasya'dan gelen büyük bir kar bulutu kümesinin kuzey ufuk silüetinin tamamını kapladığını görmek için uyanacakktım. Geçitler karla tıkanmadan önce, rahat bir şekilde geçebilmek için hemen Tebriz'den ayrılmam gerektiğini biliyordum ve bunun için eşyalarımı toparladım, uzun bir yolculuk için arabamı hazırladım ve öğlene doğru yoldaydım.

Ancak acele ettiğimden dolayı, yapmayı amaçladığım yolculuk hakkında konsolosluğa özel bir bildirimde bulunmayı ihmal ettim: ve bu ihmal nedeniyle, bu süre içinde başıma gelebilecek herhangi bir durum hakkında artık herhangi bir bilgi ulaştıramazdım. İlk başta iyi ilerleme kaydettim ama gece olmadan önce Kasrik Geçidi'ne varamadım. Irak sınırına varmıştım ki ciddi bir şekilde kar yağmaya başladı. Çok önceden hızla ilerlemenin çok tehlikeli olduğuna karar verdim ve yol inşaatçılarının rotayı çevreleyen yamaçta yaptıkları gece konuklamak için taşlardan ördükleri korunaklı bir yer buldum, arabayı oraya park ederek uzandım ve gün ışığını beklemek için orda bekledim.

Eşek Kervanı

Sabahın erken saatlerinde olmalıydı ki alışılmadık bir ses beni ürküttü. İlk başta rüya gördüğümü düşündüm; ama sonra neyin beni uyandırdığını gördüm. Arabanın park edildiği yerden yaklaşık 50 metre ileride, yolda karın içine düşmüş bir hayvanın karanlık silüetini hafifçe görebiliyordum.

İzlerken, bir eşek olarak silüetini tanıdığım bir hayvan, yamaçtan aşağıya doğru kayarak, ilk yük hayvanını bu şekilde geçerek yolu geçti ve pistin ötesindeki yamaçtan kayboldu. Bundan sonra diğer birkaç hayvan daha aynı yoldan geçti. Eşek karavanları bu dağlık bölgelerde normal bir ulaşım aracı oluşturuyordu ve bu düşmüş yük hayvanının acılar içinde olduğu gördüm.

Arabanın kapısını açtım ve yol boyunca yürümeye başladım. Ama şimdi gördüğüm bu kervan, on veya bir düzineden oluşan sıradan bir eşek karavanı değildi, çünkü görebildiğim kadarıyla, sağdan dağa doğru ve soldan aşağıya doğru uzanan vadiye doğru oldukça uzun bir sıra teşkil ediyordu.

Hemen o an yere düşmüş olan hayvana ulaştım ve sırtındaki ağırlığıı azaltmak için yavaşça yükünü indirmeye çalıştım ama ağır yükü birtürlü kaldıramadığımı hayretle fark ettim. Şimdi iki elimi de kullanarak tekrar kaldırmaya çalıştım ve eyer yük hayvanının arkasına geçti, tuhaf ama karakteristik bir tıkırtı ile diğerinin yanına düştü.

Bir an için bu beni şaşırtmıştı, çünkü o ses tanıdık bir tıkırtı sesiydi. Sonra karın ışıltısının yardımıyla, üstünü örten kumaşı bir noktada delerek kesilmiş bir delikten kara bir kutunun köşesiydi gördüğüm ve bu dolu bir cephanelilk mühimmat kutusuydu.

Zar zor düzelmiştim ki kervanın arkasındaki yamaçtan aşağıya doğru dörtnala gelen bir süvari gördüm. Başındaki kovuktan ve bol pantolonundan onun kürd olduğunu tahmin ettim, hazır tüfekle doğruldum. Kürd süvari tüfeğini tam bana karşı doğrultulmuş bir vaziyette, eşeğin yüküne dokunmak için yapabileceğim herhangi bir hareketi önler gibi karşıma dikildi.

''Sen kimsin ve burada ne işin var?'' diye sakat bir farsça'yla benden cevap istedi. Kendisine farsça, yoldaki bu belirli noktaya sığınmama neden olan olayları anlattım.

''Fars değil misin ?'' diye sordu.

'Hayır, ben ingiliz'im.'

Sanki hafif bir rahatlama gibi bir duruma girdiğini duymuş gibi oldum. Sonra bana kendi dilimde hitap edip beni şaşırttı.

'İsminizi öğrenebilir miyim?'

Ona ismimi söyledim.

'İngiliz olduğuna sevindim yoksa seni öldürürdüm. Makinana geri dön lütfen. Bu rastlantıyı unutursanız sizin için çok daha iyi olacaktır' diyerek topuklarını küçük atın karnına vurdu ve beni geri adım atmaya zorladı. Arabaya doğru ve yoldan aşağı doğru tıpış tıpış yürümeye başlamaktan başka seçenek yoktu.

Sehere varmadan önce ağır bir uykuya dalmış olmalıyım, çünkü uyandığımda zaten gün doğmuştu. Gecenin tuhaf macerası inanılmaz şahane bir rüya oldu ve eşeğin düştüğü noktayı geçerken, rüzgârın ve belki de hafif bir kar örtüsünün yoldaki izleri tam silmiş olduğunu fark ettim.

Yolun yarısıydı ve sınırdaki sıkıcı formaliteler tamamlandıktan sonra Ruwanduz yolundaki ıssız kayalıklardan oluşan vadiden geçiyordum. Bir çok virajdan birini yuvarlarken, aniden cadde ortasında dev bir kaya parçası gördüm. Zeminin 50 metre aşağısındaki nehre dik inen diğer uçurum tarafından kayanın etrafını dolaşarak geçiş yapmam için de hiçbir olanak yoktu. Frenlerimi sonuna kadar zorlayarak tamponlar çarpma şokunu aldığı için ancak durabildim.

Arabamdan Sürüklenerek Çıkarıldım

Hızlı bir şekilde arabanın kapıları açıldı ve omuzlarımdan tutulup arabadan dışarı sürüklendirildim. Gözlerimin üstüne bir bez örtüldü ve kollarım yanlarımda tutularak bir ip vücuduma sarıldı. Mücadele edemedim, her iki taraftan sıkıca tuttuluyordum. Dik ve kaba bir yolda ilerlemek için itildim. Uzun ve sonsuz görünen bir dağ yolunda devam ettik. Sık sık tökezledim ve kollarım bağlıyken nefes darlığına sebebiyet verdiğinden tırmanmaya dayanabileceğimden çok daha fazla çabalıyordum.. Sonra bir yerde durduk. Kollarımı bağlayan kordon çözüldü, kumaş parçası gözümün üstünden çıkarıldı.

Dağın kenarındaki vadiden iki ya da üç yüz metre yukarıda dar bir yerde olduğumuzu görebiliyordum. Yol görüş alanı dışındaydı. Etrafımdaki onbeş kadar kürtle çevriliydim, tüfeklerle silahlanmış bu adamlara bakıyordum. Bunlardan biri beni atlarından birisini almaya çağırdı.

At sırtında çok bitkin bir haldeydim. Buzlu bir rüzgâr tepelerden aşağıya doğru esiyordu ve o kadar soğuktu ki ellerimdeki tüm hislerimi kaybettim. Atların toynaklarının değmesiyle, taşların üzerindeki donmuş karların verdiği yumuşak çatırtı sesi beni şaşırtıyordu. Hedefimize ulaştığımızda neredeyse gece yarısı olmuştu.

Kendimi ve üç tarafı kerpiç duvarlarla çevrili dar bir avluda ayakta buldum. Arkamda dördüncü ve açık tarafta, dik bir şekilde yükselen bir dağ görünüyordu.

Dostça Bir Tebessüm

Beni yakalayanlar attan inmemde bana yardımcı oldular ve dar bir ahşap merdivenle üst odaya çıkmamı sağladılar. Kapıyı kapatıp beni orada bıraktılar.

İyi aydınlatılmış ve her tarafı halı kaplı olan bir odaydı. Sıcak bir soba ve duvarlar boyunca bazı alçak divanlardan başka bir mobilya yoktu. Belli ki bir dağ şeyhinin eviydi ve bunun artık bir alçak kaçırma olayı olduğuna dair inancım giderek güçlendi. Üzerinde oturduğum mindere daha fazla çöküp öylece kaldım.

Odanın diğer ucundaki bir kapı hemen açıldı ve muhteşem görünümlü bir adam içeri girdi. Günlük kürd kıyafetini giymişti, ama üzerindeki elbiselerin her ayrıntısında bir özen ve incelik olduğundan, bir köy liderinden fazla bir prens giyinimliydi. Kemerindeki bıçağın sapı altındandı, parmağında da büyük bir mühürlü yüzüğün olduğunu fark ettim. Bana yakınlaşmadan önce durdu ve kolunu göğsüne doğru tutup baştan aşağııya kadar tam bir dakika boyunca bana baktı. Öfkemin gözlerimden okunduğundan kuşku duymuyordum. Gülümserken, alayla değil, gerçek bir samimiyetle gülümsediğini gördüm. Nihayet bana doğru geldi ve elini uzatıp hiçbir aksan izi olmayan bir ingilizce'yle şöyle dedi:

“Karşılaşmış olabileceğiniz kaba bir muameleden dolayı özür dilemeliyim. Sizi misafirim olarak kabul etmeme izin verin. ''

Şaşkınlık içinde öfkemi unuttum ve elini tuttum.

"İzninizle oturalım" dedi "ve bu mesele üzerine biraz konuşalım. Sınır ile Rewanduz arasındaki yolda gördüğünüz şey yüzünden buradasınız. Bir ingiliz'den başka biri olsaydınız, oğlum - dün gece karşılaştığın genç- seni dağın tepesinde öldürürdü. Ama bu konuda benim düşüncemi almak için bana geldi. "

Basit ama zevkli döşenmiş şarki bir odada, bu derin kültürlü şahsın sözlerini dinlediğimde, rüya görüp görmediğimi merak etmeye başladım.

''Sana hayatını garanti etmek istiyorum'' diye devam etti. 'ama karşılığında senden bir sır saklama yemini etmeni talep edeceğim. Öncelikle, dün gece yolda karşılaştığınız kervan hakkında ne düşündüğünüzü bilmek isterim ''.

Tuhaf Bir Hikaye

Beni kaçırmanın bir işe yaramayacağını belirterek: ''siz ve oğlunuzun silah kaçakçılığı yaptığınızı sanıyorum ve yük hayvanların sırtında gördüğüm o çantalarda silah ve cephane olduğuna inanıyorum' dedim.'

''Doğru söylediğin için memnunum'' dedi. 'Oğlum akıllıca davrandı. Daha sonra size, meseleyi tam anlamanızı, kimseye bundan bahs etmemeniz konusunda söz vermeyi ve bu sözü tutmayı kolaylaştıracak bir hikaye anlatacağım. Bu arada, yemek yemeli ve dinlenmelisiniz ''.

Artık geçen geceyi hatırlamamaya çalışacağım. Hala başıma gelen bu tuhaf olayları düşünmekten kendimi alıkoyamadan, bana getirilen kürd yemeğini yedim ve sonra uyumak için divanlardan birine yattım.

Ertesi sabah kahvaltıdan kısa bir süre sonra ev sahibim odaya girdi ve rahatımla ilgili birkaç kibar soruşturmadan sonra konuşmaya başladı.

Hem doğma ve hem de büyüme bana İngiliz olduğunu söyledi. Onun ismi mi? Hayır, bunu bana söylemezdi. Savaştan sonra, 1919'da, Kafkasya'da ve Gürcistan'da kuzeydeki Kızıl ve Beyaz Ruslar arasında ciddi bir mücadele olduğunu söylemek yeterliydi. Kendisini, müdahale etmesi için gönderilen bir İngiliz kuvvetine komuta eden genç bir subay olarak bulmuştu ve o yılın sonbaharında, Kürdistan’a geçişlerle alakalı bir anlaşmazlık yüzünden askerlerden oluşan küçük bir grubu yönetmek görevi almıştı.

O zamanlar karayolları yoktu ve yanlış haritalar nedeniyle birlik rotayı şaşrdı, aşiret topraklarına girdi ve tuzağa düşürüldü. Hepsi ölüme terk edildi; aslında çok ağır bir şekilde yaralandı, birkaç saat boyunca düştüğü yerde kaldı.

Allahın Lutfu

Şüphesiz orada o da ölmüş olacaktı, Kürd atlılardan biri onu hayatta buldu ve şeyhlerine götürdü. Fakat çok ciddi yaralanmıştı. Sağlığına ve eski gücüne kavuşmak için tam bir yıl geçti.

''O yıl boyunca'' konuğum devam etti, '' İngiltere'deki evimde hiç tatmadığım mutluluğu ve huzuru buldum. Şeyh yaşlı bir adamdı. Oğlu yoktu ve bana Allah'tan gelen bir lutuf olarak baktı. Onun ve ailesi tarafından tarif etmenin imkânsız olduğu bir itina ve şefkatle karşılandım.

'' O yıldan sonra bile geri dönebileceğimi düşünüyordum ama bir şey oldu. Yaşlı Şeyh’in kızına aşık oldum ve ertesi ilkbaharda burada evlendim, tüm geri dönüş düşüncelerinden vazgeçtim. Bir erkek çocuğumuz doğdu. Yaşlı adama evlatlık oldum.

''Ve şimdi '' diye devam etti, ''Benimle dışarı çıkmanızı istiyorum ve size hikayemin sonunu anlatacağım.''

Birlikte köyün altındaki yamaç boyunca yürüdük, rüzgarlı ve donlardan korunaklı dağlık alanda kat kat uzanan bir ormanlık ağaçlık alana geldik.
 
Eski meşeların yosun kaplı gövdeleri arasında, altın renkli çiğdem otları arrasında köyün geçmiş eski nesilleri bulunuyordu. Bazı mezarlar daha yeni idi, bazıları eski, bazıları ise beş asır ya da daha fazla bir süredir onları koruyan etraflarındaki meşe ağaçlarından daha eski olan kaba bir mezar taşı ile işaretlenmişlerdi.

Çiğdemlerin en yoğunlaştığı noktaya işaret eden arkadaşım şöyle dedi: 'Eşim burada gömülü. Onun halkına hükmeden uluslardan birinin askerleri tarafından öldürüldüğünde 19 yaşında değildi. Kısa bir süre sonra babası öldü ve ölüm döşeğinde beni halkına tavsiye etti''.

''On milyon kürt vardır ve oldukça mükemmel insanlardır, ancak birliktelikleri yoktur ve bu nedenle de, uluslar arası ilişkilerde kaale alınmıyorlar. Kürdlerin ülke toprakları; Akdeniz'den itibaren dağ silsilesi boyunca ta Basra Körfezi'ne kadar, Arap çöllerinden ta Karadeniz kıyılarına kadar uzanıyor. Ama kendilerini boyunduruk altında tutan dört hakim devletin baskısı altında kurtulmaları gerekirken, dört ayrı azınlık gruba dönüştürülmüşlerdir.

''Kürdler idealleri için savaşacak. Savaşabilmek için de silahları olmalıdır. Kürd kabilelerin tüfekleri eski, cephaneleri zayıf ve modern silahlarla donatılmaları gerekiyor. Geçen gece o ğlum tarafından öldürülmüş olabileceğin gibi, senin gibi, ne yaptığımızın sırrına vakıf olan yabancı biri hemen öldürülür.

''Sırrımız saklıdır ve şimdi hazırlıklıyız. Kürdistan'ın bütün ıssız mezarlıkları, enine ve boyuna silah ve mühimmatla doludur ve vefat etmiş kürdlerin mezarlarından fışkıran hayat yaşayan kürdlerin umudunu ve gücünü artıracaktır.

''Ve şimdi '' dedi, ''Sizden, hayatınızın bağlı olduğu gizlilik yemini etmenizi istemek zorundayım.

''Yemin Ediyorum''

''Yemin etmeden önce'' şu soruyuı sordum; ''hangi nedenden dolayı benim vereceğim söze güvenebildiğinizi söyler misiniz? Bana bu kadar çok şey anlatmak ve ihanete uğrama riskini göze almaya neden gerek duydunuz?''

''Oğluma adınızı vermiştiniz, bu ad biliniyor'' 'diye cevapladı, ''ayrıca yazar olarak ününüzü de duymuşum. Özgürlük gününe kadar, sizden, dünya kamuoyunu kürdlerin lehine etkilemek için bu imkanlarınızı kullanmanızı rica ediyorum. Seni buraya getirmemin sebebi budur, istemeyerek yaptığın keşfi lehimize çevirmeye çalışıyorum.

''Özgürlük gününe kadar yemin ederim'' diye söz verdim.

O gece oğluyla birlikte geri döndüm. Patikamız engebeli vadilerin arasına girip çıkıyordu. Sabahın erken saatlerinde arabamın bulunduğu yola ulaştık. Dağların arasındaki köyün nerede bulunduğu hakkında çok az fikrim vardı. Sürüp giderken, kürd şeyh ile olan tuhaf karşılaşmamın gerçek dışı bir rüya olduğunu düşünüyordum.

* * *

Bıçağın etrafındaki deri kıvrımları arasında, bana o gün postayla ulaşmış olan bir kağıt parçası vardı. Geçmişle meşgulken, daha önce farketmemiştim. Şimdi elime aldım ve eğimli kısa çizgileri gözle tarayarak okudum:

''Babam öldürüldü'' ibaresini okudum. ''Ölmeden önce benden verdiğin sözü hatırlaman için bıçağını sana göndermemi istedi. Yakında mezarlar boşalacak ve çiğdemler özgürce çiçek açacak.''

Hatırlatmaya ihtiyacım yoktu. Sınır köyündeki maceramdan beri kürdlerin davasını duyurmaları için pek çok dergiden ricada bulunmuştum, ancak geç kalmışlardı. belki de yeminimi tutmayı sürdürme umudundan daha fazla. Şimdi dünyanın o uzaktaki yerinden bir mesaj geldi. Kürdler hiçbir şekilde kalbini kaybetmemişti.

Bu yiğit ve cesur insanlar öyle görünüyor ki, kendilerini baskı altında tutanların boyunduruklarından çıkıp, kendi romantik ülkelerinin hükümranı olacaklardır. Bunu anlatmak için hemen kalemimi alıp yazmaya başladım.

 

 

İngilizceden çeviri: G. C.

___________

DİPNOT:

1): Persia adını, fars eğemen ulus ırkçısı, milliyetçisi ve şöveni Rıza Şah 1925 yılında
değiştirerek İran yaptı. İran fars etnik ülkesi Kürdistan ülkesi ile kıyaslandığında daha
dünün çocuğu sayılır. Kürd ülkesinin adı Kürdistan en az MS 1000 yılından itibaren tarihi
kaynaklarda geçmektedir. Kürdlerin şimdiye kadar bilinen en eski ataları gutiler
MÖ 2200'lü yıllarda hüküm sürmüştür. Yani kürd milletinin dört bin yıldan fazla bilinen
belli bir tarihi söz konusudur.

 

 

 

 

 

 

SECRET OF THE GRAVES OF KURDISTAN

DENIS MOORE/ EVERYBODYS 1952

 

Like the contents of the graves the whole adventure was incredible, but: ''Any stranger who, like yourself, stumbles upon the knowledge of what we are doing is killed'', the nameless Prince told the author.

 

THERE was an odd-shaped packet addressed in an unfamiliar hand in the morning post. As I unfolded the paper my curiosity increased. The brief note from the Embassy in Baghdad informed me that the enclosure was forwarded to my home in England by special request.

Parting the soft skin which formed the inner wrapping I saw a finely wrought hunting knife. For a moment I stared uncomprehending at the gold inlaid handle, the slender, curved blade; and then it came to me that I was gazing not for the first time on this beautiful example of Kurdish craftsmanship.

My mind flew back to that wild frontier country that lies between the lakes and mountains of Persia and the dusty plains of Iraq; and in particular to that stretch of road which runs down towards Ruwanduz from Kazrik Pass.

* * *

I remember that stretch of road as I saw it on my last journey from Tabriz to Baghdad, through a windscreen building up with snow, and headlights throwing back a blinding glare from a swirling wall of lakes.

It was the autumn of 1939. The outbreak of war had forced upon me the decision to close down the grain business which I had built up in Tabriz, and in the winding up of my concerns I had delayed my return south perhaps longer than was prudent.

It Begun To Snow

On the day of which I write I had awoken to find that a great bank of snow clouds from the Caucasus was piling up against the whole of the northern skyline. I knew that in order to cross the passes before they became blocked with snow I must leave Tabriz immediately, and accordingly I packed my things, prepared my car for the long journey, and was on the road by noon.

In my haste, however, I omitted to make the customary notification to the consulate of my intended journey: it was owing to this omission that I was able to forego any explanation of what became of me during the period covered by this account. At the first I made good progress and it was not until night had fallen and I had begun to drop down from the Kazrik Pass to the Iraq frontier that it began to snow in earnest. Before long I decided it was too dangerous to prodceed farther, and finding a sheltered spot where road builders had quarried into the hillside bordering the route, I pulled upp and settled down to wait for daylight.

Donkey Caravan

BefoIt must have been in the early hours of the morning that an unusual sound startled me. At first I thought that I had been dreaming; then I saw what it was that had aroused me. Some 50 yards ahead of where the car was parked I could see faintly the dark shape of an animal sprawled in the snow on the road.

As I watched, another from which I recognised as a donkey, slithered down the bank, crossed the road past the first beast, and disappeared down the hillside beyond the track. After this several other animals crossed by the same route. Donkey caravans formed a normal means of transport in those mountainous regions, and I would have thought no more of it had not the fallen beast seemed in some pain.

I opened the door of the car and began to wolk along the road. But this, I now saw, was no ordinary donkey caravan of ten or a dozen animals, for, as far as I could see, the column strectched from my right up the mountainside and to my left down towards the walley.

In the moment I had reached the fallen animal and stopped down to easy the weight of its load. To my astonishment I could not lift it. Using both hands now I haved again, and as the saddlebag slipped across the beast's back, it fell beside the other with a peculiar, but characteristic, clink.

For an instant it puzzled me, for that sound had a familiar ring. Then as I saw against the snow the dark corner of a wooden box which had at one point cut through the cloth, in a flash it came to me. This was a loaded ammunition box.

I had barely straightened up when down the streep hillside from the rear of the caravan galloped a horseman. From his untidy head-dress and baggy trousers I took him to be a Kurd, and rifle at the ready, to the Kurd reined up opposite me as if to intercept any move I might make to interfere with the donkey's load.

'Who are you and what are you doing here?' he demanded of me in halting Persian. In Persian I explained the events which had led to my taking shelter at this particular spot on the road.

''You are not a Persian?'' he questioned.

'No, I am English.'

I fancied I heard a slight exclamation escape him, as if of relief. Then to my astonishment he addressed me in my own language.

'May I know your name?'

I told him.

'I am glad you are an Englishman or I would have killed you. Go back to your motor, please. It will be better if you forget this meeting'. So saying, he dug his heels into the pony and forced me to step backwards. There was no alternative but to turn on my heel and start walking back down the road to the car.

Before down I must have fallen into a heavy sleep, for when I awoke it was already daylight. The queer adventure of the night now fantastic, and as I passed the spot where the donkey had fallen I noticed that the wind and perhaps an additional light covering of snow had obliterated even the tracks across the road.

It was mid-way before the tedious formalities at the frontier were completed and I was making my way through a desolate valley of towering cliffs on the way to Ruwanduz. On rounding one of the many bends, I suddenly saw before me a huge rock in the middle of the roadway. There was no room for me to pass between the rock and the cliff, nor round the other side where the ground dropped sheer to the river 50 feet below. By forcing on my brakes to the full I was only able to stop as my bumpers took the shock of the impact.

Dragged From My Car

In a flash the doors of the car were wrenched open, and I was seized by my shoulders and dragged from the car. A cloth was thrown over my eyes and a rope wound my body, pinioning my arms to my sides. Unable to struggle, and gripped firmly on either side, I was propelled from the roadway up a steep rough path.

For what seemed an interminable distance we continued along this mountain track.I stumbled frequently, and the exertion of the climb with my arms bound and my breathing restricted was becoming almost more than I could endure. Then all at once we came to a halt. The cord binding my arms was freed, the cloth was removed from my face.

I could see we were on a narrow self on the mountainside two or three hundred feet above the walley. The road was out of sight.I was surrounded by half a dozen Kurds, ruffinaly looking fellows armed with rifles, who now urged me to mout one of their horses.

I was near to exhoustion as we rode on. An icy wind swept down from the peaks, and it became so cold that I lost all feeling in my hands. I was surprised when the clatter of the horses' hoofs on the stones was replaced by the soft crunching sound of frozen snow.It must have been nearly midnight when we reached our destination.

I found myself standing in a narrow courtyard enclosed on three sides by the bare mud-brick walls of a large dwelling. Behind me on the fourt and open side the mountain rose up steeply.

Friendly Smile

My captors assisted me to dismount, and led me up a narrow wooden stairway to an upper room. They bolted the doors and left me there.

It was a well-lit and richly carpeted room. Of forniture there was none except for a hot stove and some low divans along the walls. It was evidently the house of some montain sheik, and my conviction that I was in the hands of some kidnapping scoundrel strenghtened. I sank down on the cushions.

Almost immediately a door at the farther end of the room opened and a magnificent-looking man entered. He was well over six foot in height and, I estimated, not more than 40 years of age. Blue-eyed and black-haired, with a short, pointed beard, he wore the usual Kurdish costume, but he wore it rather as a prince than as a village chieftain, for in every detail was care and refinement. The hilt of the knife in his belt was of inlaid gold, while on his hand I noticed a heavy signet ring. Before reaching me, he stopped, and, folding his arm across his chest, looked me over from head to foot for a full minute. I have no doubt my anger showed in my eyes, for all at once I saw that he was smiling me, not in derision, but with genuine friendliness. At last he stepped towards me with outstreched hand and said in English without trace of accent:

'I must apologise for any rough treatment you may have received. Allow me to welcome you as my guest.''

In my amazement I forgot my anger and grasped his hand.

"Let us sit down" he said, "and tolk matters over. You are here because of what you saw on the road between the frontier and Rewanduz. Had you been other than an Englishman, my son - for that was the young man you met during the night - would have shot you dead on the mountainside. As it was, he came to me for instructions".

That deep cultured voice resounding through the simple, yet tasteful eastern room made me wonder if I were dreaming.

''I want to grant you your life,' he resumed. 'but in return I shal demand of you your oath of secrecy. Firstly, I should like to know what opinion you have formed about the caravan you encountered on the road last night''.

A Strange Story

Deciding that evasion was useless, I said: ''I believe that you and your son are gun-running and that the saddlebags I saw were filled with ammunition.''

''I am glad you have spoken truthfully'' he said. 'My son acted wisely. Later I shall tell you a story that will make it eassier for you to give and keep your promise. Meanwhile, you must eat and rest''.

I will not dwell on the reminder of that night. Still besumed by the strange happenings, I ate the Kurdish meal that was brought to me and then lay down on one of the divans to sleep.

Soon after I had breakfasted the next morning my host entered the room, and after a few courteous enquiries as to my welfare, began to speak.

Both by birth and breeding, he told me, he was English. His name? No, he would not tell me that. It was enough to say that after the war, in 1919, there had been considerable fighting between the Red and White Russians up north in the Caucasus and in Georgia. He had found himself as a young officer commanding a company of a British force that was sent to intervene, and in the autumn of that year had been ordered to lead a small detachment of men on a misson which had involved passage through Kurdistan.

There, were no highways then, and owing to inaccurate maps, the party missed the route, entered tribal territory, and were ambushed. All were left for dead; and all, in fact, were badly injured, lay where he had fallen, unconsciıous for many hours.

Gift From Allah

Three doubtless, he too would have died had not a party of Kurdish horsemen found him alive and carried him home to their sheikh. But so serious were his wounds that a full year passed before he was restored to health and strength.

''During that year'', my host continued, ''I found happiness and contentment that I had never known in my home in England. The sheikh was an old man. He had no son and looked upon me as a gift from Allah. I was treated by him and his family with a tenderness and affection that it is impossible to describe.

''Even after that year I think I would have gone back but for one thing. I fell in love with the old sheıkh's daughter, and in the following spring I married her, giving up all thought of return. A son was born to us - the boy you met on the mountain. I became a son myself to the old man.

''And now'' he continued, ''I would like you to come out with me and I will tell you the end of my story.''

Together we walked along the hillside below the village until we came to a strech of woodland lying in a fold in the mountianside, sheltered from the winds and frosts.

Among the moss-covered trunks of the old oaks, in a blaze of golden autmn crocuses lay the past generations of the village. Each grave was marked by a rough headstone, some new, some old, and some more ancient than the oaks wich had guarded them for five centuries or more.

Pointing to where the croucuses grew thickest, my companion said: 'My wife is buried there. She was not 19 when she was murdered by the soldiers of one of those nations which rule over her race. Not long afterwards her father died, and on his deathbed commended his people to me.

''There are ten million Kurds, fine people in themselves, but without unity, and therefore without consideration in world affairs. Their territories strech from Mediterranean along the mountain ranges to the Persian Guld, and from the Arabian desert to the shores of Black Sea. They form minorites under each of the four governing states from whom they would be freed.

''For their ideals the Kurds will fight. To fight they must be armed. The tribesmen's rifles are old, their ammunition poor, and it is necessary for them to be equipped with modern weapons. Any stranger who, like yourself, strumbles upon the knowledge of what we are doing is killed, as you might have been killed by my son.

''The secret has been kept and now we are alost ready. Throughhout the length and breadth of Kurdistan in every silent graveyard the tombs are filled with rifles and ammunition, and from graves of dead Kurds will spring the hope and power of the living.

''And now'', he said, ''I must ask you to take that oath of secrecy upon which your life depends.

''I Give My Oath''

''Before I swear,'' I answered, ''will you tell me why you have taken me into your confidence. Why was it necessary to tell me so much and to risk betrayal?''

''Your name, which you gave to my son, is known to me,'' he replied, ''also your reputation as a writer. Until the day of freedom dawns I ask you to use your gift to influence worlds opinion in favour of our cause. That is the reason I have brought you here and seek to turn your discovery to my advantage.

''Until that day I give my oath'' I said.

I rode back with his son that night. Our path wound in and out among the rugged valleys, and by the time we reached the road in the early hours of the morning. I had little idea as to where the village amongst the mountains lay. As I drove away my strange encounter with the Kurdish sheikh took on the unrealisty of a dream.

* * *

There was a slip of paper amongs the folds of leather round the knife which had me through the mail that day. In my preoccupation with the past I had not noticed it before. Now I took it up and scanned the brief lines in the sloping copybook hand.

''My father has been killed,'' I read. ''Before he died he asked me to send you his knife in reminder of your promise. Soon shall the lie empty and the crocuses bloom in freedom.''

I needed no reminder. Since my adventure in the frontier village I had pleaded the couse of Kurds in many journals, but of late, perhaps more for the sake of keeping my oath than with any real hope of furthering their aspirations. Now the message from that remote part of the worlds came as a spur. The Kurds, at any rate, had not lost heart.

Perhaps even yet this sturdy courageous people might throw off the yoke of their oppressors and become the rulers of their romantic land. I took up my pen and begun to write.



 

 

 

 




 

 

 

 

 

ÇEVİRİ ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ

Denis Moore adlı bir ingiliz seyyah tüccarın, kürdlerin Ortadoğu kavimleri arasında aşırı duran insanlığı, şaşmaz medeni duruşları, kürd nüfusun büyüklüğü, kürd ülkesi Kürdistan'ın azameti üzerine ve yine kürdlerin kurtuluş mücadelesinin, zorlu olduğu kadar, bu zorlu yolda kürdlerin gösterdiği kararlılığı konu alan ve Everybodys adlı bir ingiliz dergisinde 1952 yılında yayınladığı bu makaleyi oldukça düşündürücü bulduğum için ingilizce'den çevirmeye karar verdim..

Yazarın kürd halkının mücadelesi ile ilgili şahit olduğu bir olay, İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1939 yılının sonbaharında vuku bulmuş. O dönem kürdler hem Kuzey Kürdistan'da (Dersim), hem Güney Kürdistan'da (ta 1975 yılına kadar sürecek olan Mele Mustafa Barzani Hareketi'nin başlangıç yılları) ve hemde Doğu Kürdistan'da 2 dünya savaşı sonrası 1947 yılında kurulacak olan Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti'nin evrimsel aşamasındadırlar.

Yazar, Kürdistan'da arabasıyla seyahat ederken, bir gece kazaran bir kürd siyasi sırrına şahid oluyor. Kürdlerin karşısında savaştıkları kürd düşmanlarının arasındaki anlaşmazlıkta üçüncü tarafın bir insanı olduğu için ve birde gördüğü bu sırrı hiç kimseye bahs etmeme sözü verdiği için, kürd kervancılar onu öldürmüyor. Şahit olduğu bu sırrın üzerinden onüç sene geçtikten sonra, ancak o zaman bu olayı anlatarak, kürdlerde hayatın ne kadar çok kutsal sayıldığını ve kürdler, saltanat müslümanlığı ideolojisi olan islamcılık ideolojisi ve pratiği sahibi türk, arab ve fars eğemenlerin tam aksine, gereksiz yere hiçbir insanın hayatına son vermediklerini, kürdlerin ne kadar çok hümanist ve ne kadar çok medeni insanlar olduğunu anlatmak için bu yazıyı kaleme alıyor.

Kürdler ikiyüz yılı aşkın bir süredir ve neredeyse 30 defa ulusal kıyam hareketi örgütleyip ulusal kurtuluşu için silah kuşanmış mücadeleci ve kararlı bir millettir. Bir kürd ulus devleti kurulana kadar da, bu mücadelenin mutlaka devam edeceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Kürd ülkesi Kürdistan'ı işgal ve kürd devlet ve hükümetini lağv eden işgalci devletler şunu iyi bilsinler ki onların Kürdistan'da hiçbir geleceği yoktur. Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinin sürdüğü bu ikiyüz yıllık süre zarfında, şimdiye kadar döktükleri sayısız masum kürd insanın kanlarının hesabını da mutlaka ve tek tek vereceklerdir.

Kürdlerin bu dava yolunda ne kadar kararlı ve ne kadar mücadeleci olduklarını, ingiliz yazar Denis Moore yazdığı bu makalede, gözleriyle gördüğü, şahit olduğu ve derin etkilendiği bir kürd mücadele eylemi sırasındaki gözlemlerini söyle anlatıyor ve diyor ki ''bu yiğit ve cesur insanlar öyle görünüyor ki, kendilerini baskı altında tutanların boyunduruklarından çıkıp, kendi romantik ülkelerinin hükümranı olacaklardır. Bunu anlatmak için hemen kalemimi alıp yazmaya başladım''.

Sonra kürdlerin ve Kürdistan'ın sömürge durumu üzerine de şu sözleri söylüyor: ''On milyon kürt vardır ve oldukça mükemmel insanlardır, ancak birliktelikleri yoktur ve bu nedenle de, uluslar arası ilişkilerde kaale alınmıyorlar. Kürdlerin ülke toprakları; Akdeniz'den itibaren dağ silsilesi boyunca ta Basra Körfezi'ne kadar, Arap çöllerinden ta Karadeniz kıyılarına kadar uzanıyor. Ama kendilerini boyunduruk altında tutan dört hakim devletin baskısı altında kurtulmaları gerekirken, dört ayrı azınlık gruba dönüştürülmüşlerdir. Kürdler idealleri için savaşacak. Savaşabilmek için de silahları olmalıdır''.

Kürd ve Kürdistan'ın meşru ulusal kurtuluş mücadelesi hakkında,1950'li yıllar gibi, sömürgecilerin kürd halkı üzerinde güçbirliği içinde ve ortak hareket ederek çok koyu bir işkence, şiddet ve baskı uyguladıkları yıllarda yazılmış olması kadar, bu makalenin değişik ve çok geniş çevrelere ulaşması, hala da çok önemlidir. Örneğin çoğu zaman kürdler stem ederler ve derler ki 'hiç kimse sesimizi duymuyor'. Az da olsa duymuş olanlar var ve bugün ise bütün dünya kürdlerin düşmanlarının ne kadar barbar olduklarını çok iyi gördü. Bu nedenle ben bu makaleyi şimdilik kürdçe'ye değil, türkçe'ye çeviriyorum.

Çünkü kürdlerin mücadelelerinin ne kadar haklı olduğunu hemen hemen kürdlerin hepsi artık çok iyi biliyor. Kürdler eskisi gibi değil, kürdler artık o derin uykularından uyandı. Kürdlerin düşmanlarının kürdlere karşı barbarlaıkları ve merhametsizlikleri bugün artık her kürdün özellikle ve çok iyi bilince çıkardığı bir fenomendir. Yani kürdlere kendi davalarının haklılığını anlatmaya gerek yoktur bugün. Kürdlerin şimdiye kadar ümmet hapıyla uyutulmuş dincisi bile, artık kürd düşmanlarının yeri geldiğinde şimdiye kadar 'din kardeşimiz' dedikleri kendilerini de çok kolay bir şekilde hedef alıp tamamen ortadan kaldırabileceklerini derinden anlamış durumdalar. Önce başkaldıran kürdleri hallettikten sonra, sıra türklerin başkaldırmayan müslüman 'kürd kardeşleri'ne gelecektir. Bunun için kürde yönelik kürd davasının haklılığını anlatmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu makaleyi diğer dilleri konuşan insanlar okusunlar ki, şimdiye kadar bu davanın dillere destan kararlılığını hala duymamış ve bilmemiş olanlar duysun, anlasın. Bir de kürd düşmanı en büyük ırkçı devlet türk devleti tarafından asimile edilmiş ve ne yazık ki türkçe'den başka bir dil bilmeyen milyonlarca kürdün kürd kurtuluş ve özgürlük davasına daha sıkı sarılmaları için bu makaleyi türkçe'ye çevirdim.

Ben şahsen hiçbir türkle asla türkçe konuşmam. Onlar sanki ben onların dilini konuşmaya mecburmuşum gibi bana türkçe hitap ettiklerinde, hep isveççe veya ingilizce cevap veriyorum. Kürdçe bilen bir kürdle de asla türkçe konuşmam. Bir kere hiçbir türk, tek kelime bile kürdçe ne konuşur ve nede tenezzül edip öğrenir. Yeryüzünde bütün coğrafyalarda adettir; komşu halklar ve ülkeler biribirinin dilini tam bilmeseler bile, biribirinin dilinde, 'selam', 'nasılsın', 'güzel', 'iyi günler', "teşekkürler', 'hoşça kal' gibi sık sık kullanılan gündelik söz ve deyişleri mutlaka bilirler. Ayrıca kürdlerin hiç tükçe bilmeyen ve hiç türk okulunaa gitmemiş fertleri bile bu kelime ve deyişlerin türkçe karşılığını bilirler ve nezaket icabı sık sık kullanırlar. Ama türklerin hepsi sadece kürde hakeret anlamında 'kırro' kelimesinden başka kürdçe tek bir kelime bile bilmezler. Çevresindeki kürdlerden duyarak bir iki kürdçe kelime öğrenmiş olanlar da, asla kendine yedirip şaka mahiyetinde bile bildikleri bu kürdçe sözleri telafüz etmeye tenezül bile etmezler. Çünkü türk toplumunun hemen hemen hepsi ırkçıdır. Ben o zaman neden bu ırkçıların dilinden onlarla lak lak edeyim, ne münasebet?

Sadece türkçe'den başka dil bilmeyen kürdlerle, süryanilerle veya başka komşu milletllerin fertleriyle bu mecburiyet karşısında türkçe konuşurum. Eğer türklerin ekseriyeti kürd diline karşı bu kadar katı ve aşırı ırkçı olmamış olsalardı, o zaman belki bazı mecburiyet hallerinde onlarla türkçe konuşabilirdim. Kürdçe bilen bir kürdle türkçe konuşmak abesle iştigal etmek olduğu gibi, kürd halkının gördüğü bu büyük acı ve zulümlerin karşısında çok büyük bir vurdumduymazlık ve hatta çok büyük bir saygıszlık ve edepsizliktir de.

Diyarbakir zindanı'nda onbinlerce suçsuz, günahsız kürd'e, onyıllar boyu 'türkçe konuş-çok konuş, ama hiç kürdçe konuşma' dayatması yapıldığını Xapo Hareketi ve birçok kürdün bu işkenceyi ne yazık ki bugün çoktan unuttuğunu görüyoruz. Mehmed Emin Yavuz'u ise neredeyse hiç kimse hatırlamıyor. Diyarbakır zindanında türkçe konuşmuyor diye kafasına kalın kalaslarla vurularak şehid edildi. Kürdçe'nin Şehidi olarakta anılmış olan Mehmed Emin Yavuz gibi, Necmedin Büyükkaya gibi hunharca katledilen binlerce masum kürd siyasi tutsak ve onların yakınları vardır. Daha bundan bir kaç ay önce oğluyla Bursa çarşısında kürdçe konuştukları için türkler tarafından kurşun yağmuruna tutularak katledilen baba ve oğulun kanı hala kurumamıştır.

Şeyh Said Efendi Kıyamı sonrası idam edilen 47 tutsaktan biri bir fırsat eline geçtiğinde hapisten kaçarak idamdan kurtuluyor. Ama türk işgal devleti'nin sözde savcısının iddianamesinde 47 tutsak yazıldığı için 47 kişinin idam edilmesi şart koşuluyor ve kaçan o kişi bulunamayınca türk işgal devletinin sözde savcısı 'Diyarbakır şehir merkezine gidip bir kürd yakalayıp alın gelin' emrini vermiştir. Sözde mahkemede sorgulanan bu kişinin türkçe bilmediği anlaşılınca, suçunun 'türkçe bilmemek olduğu' şekilnde kayda geçirilip, bu 'suç' bu masum kürd gencine istinad edilerek, kaçıp kurtulan esir kürdün yerine bu genç idam edilmiştir.

En azından bunları düşünürken türkçe yazmak hoşuma gitmiyor. Üstelik Avrupa'da kürdlerin tarihinde yurtdışında kurulmuş nadir yüksek öğretim kurumlarından biri olan Stockholm Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu Kürdçe Bölümü'nün 1987 deversi mezunu bir kürd dili öğretmeni olarak vede ta o zamanlardan beri, kürd dilinin hem kurmancî ve hemde sorani lehçelerini hem yazan ve hemde okuyan bir kürd olarak türkçe yazmak çok saçma gelse de, yukarıda sıraladığım zaruri sebeplerden dolayı bazı hallerde ve geçici olarak türkçe yazmak zorunda kalıyoruz.

Tekrar ana konumuza dönersek, kürdlerin meşru ulusal kurtuluş davası haklı olduğu kadar adil ve erdemlidir. Örneğin kürdler, gangesterlerin, teröristlerin ve türk, fars arab ve filistinli islamist arap milliyetçilerinin yaptığı gibi, üçüncü taraftan insanları, masum sivilleri, çocukları ve silahsız esirleri asla katletmez.

Seyyah tüccar ve yazar Denis Moore bizatihi kürdlerin bu medeni tarafını görüyor ve bu makalesinde takdir ve şükranla zikrediyor.

İkinci dünya savaşı başlangıcı yıllarında, Kürdistan'ın Rewanduz yakınlarında gece seyahat ederken, arabasını bir yol kenarında park edip uyuyor. Geceleyin arabasını park ettiği bu yerden, kürd mücahitleri(peşmerge)nin önüne kattıkları silah ve cephane yüklü oldukça büyük bir yük hayvanı kervanı geçiyor. Şafak saatlerinde bu yük hayvanlardan birisi, karlı ve yokuşlu bir yerden geçtiği an kayarak arabanın yakınına kadar sürükleniyor.

Meraklı ve yardımsever ingiliz seyyah, yere düşmüş olan bu yük hayvanının yükünü hafifletmeye çalışırken hayvanın yükünün silah ve mühimmat olduğunu fark ediyor. Bunu gören kürd mücahitler onu yakalayıp sorguladıktan sonra, eğer bu olaydan kimseye bir şey bahsetmezse, onu serbest bırakabileceklerini söylüyorlar. Gecenin o saatinde ve o civarlarda, bu sayısı oldukça fazla yük hayvanı kervanın getirdiği cephane, sonradan İran ve Irak işgal devletlerine karşı kullanılmak üzere, gecenin bu geç saatinde buradaki mezarlıklara gömülerek gerektiğinde kullanılmak üzere depolanıyordu.

08.06.2019

Goran Candan

KURDS

FROM THE EARLIER CENTURIES

 

 

 

 

 

 

Xencera Kurdî

 

 

 

 

 

 

MAGAZINE ARTICLES ABOUT KURDS & KURDISTAN

 

 

 


Foundation For Kurdish Library & Museum